Dr. Ertuğrul AKBAŞ
Düzen her şeyin temelidir. İlk önce takip ve
taklit etmenin kısa vadeli getirisi hepimizi cezbediyor. Ayrıca acı gerçeklerle
yüzleşmek yerine kaçmayı seviyoruz. Bilim ve teknolojide devrim için ya acı
gerçeklerle yüzleşeceğiz, ya da tatlı yalanlarla tüketim dolayısı ile sömürge toplumu
olacağız.
Maalesef ülkemizde karar
verici kadroların çoğu milli fayda değil bireysel gelir mantığına sahip
insanlardan tarafından doldurulmuş durumda. Türkiye’de çalışanları, başarılı
insanları paçasından çekme geleneği yüksek.
Ayrıca bir organizasyonun başında kabiliyetli gençleri veya üretken
insanları yönetebilmek için en az o insanlar kadar kabiliyetli, en
kabiliyetlisinin tepede yönetici olması lazım.
Tepede uyumsuz bir adam
varsa, bütün kaliteli insanları tepeden kesiyor aşağıda kendisi gibi
kabiliyetsiz kalitesiz adamlar kalıyor ve sistemler böyle çöküyor.
Milletçe ortak bir
referansımız yok. Mesela Türkiye son 14 yıldır
“Teknokent” kuruyor. Ama bu bina
yapmaktan öteye geçemiyor. Elinde çekiçten başka aleti olmayana tüm meseleler
“çivi” gibi görünürmüş. Hâlbuki özellikle insan odaklı tüm işlerde, adeta bir
anayasa maddesi gibi benimsememiz gereken genel bir prensibimiz olmalı: binadan
önce, eşyadan önce, her şeyden önce “insana” yatırım. Sadece bina ve bölge
yapmakla hiçbir şey olmayacağını neden anlamak istemiyoruz acaba? Bu noktada
herhangi bir sorgulama da yapmıyoruz. Bunlar kuruluyor ama ne ürettiler? Hangi
amaca hizmet ediyorlar? gibi.
Sonuç odaklı çalışmayı
milletçe sevmiyoruz. Uzun vadeli ve sonuç odaklı projeleri takip etmek bize
uzun geliyor. Kısa vadeli işleri seviyoruz. Milletçe bir unutma eşiğimiz var.
Bir proje belli bir süreyi geçerse hiç ilgilimizi çekmiyor, sorgulamıyoruz.
Kendimizi
kandırmayı seviyoruz. Yurtdışından alıp monte ediyoruz adına biz ürettik
diyoruz, üretim geliştirme yapıyoruz adına AR-GE diyoruz.
Kişisel olarak
da global rekabeti sevmiyoruz. En eğitimli, en iyi üniversitelerden mezunumuz
bile global bir firmada yönetici pozisyonu peşinde. Üretip rekabet edecek
güvene sahip değiliz.
Türkiye'de bilimin
gelişememesi sorununun ekonomik değil. Prof. Dr. Hotamışlıgil: "Türkiye'de
bilimsel ekosistem oluşmuyor çünkü üniversite içinde bir hiyerarşinin parçası
olarak çalışıyorlar.”
Yukarıdaki
bilgilerden de anlaşılacağı gibi AR-GE ye kaynak bulmada bir sıkıntı yok, para
bol.
TÜRKİYE’DE YARATICI
SANAYİ YOK
Yurtdışında sanayi
üniversitelerden çok daha ileridir. Önemli icatlar üniversitede değil sanayide
icat edildi. Ama Türkiye’de yaratıcı bir
sanayi yok.
Biz şimdiye kadar neyi
kendimiz yaptık. Türk iş adamının özelliğidir; fuara gider bu Türkiye’de satar
der, gelir burada yapmaya çalışır. Kendi fikri değildir bu. Bir başkası der ki
ben bunu niye yapayım Çinliler yapıyor bunu, gider getiririm. Almanlar böyle
değil mesela. Ben bunu yaparım ve yaptığımı en iyi yaparım diyor.
Türk yatırımcı, ben
görmediğim işe para vermem diyor. İcatlar nasıl olacak o zaman?
Türkiye’de ilk 500
sanayi şirketinin sadece 12 si yüksek teknoloji ürünü üretebilmekte. İleri
teknoloji ihracatımız 2.2 milyar dolar civarında
Toplum olarak da hem
gelişmenin gereklerini yerine getirmiyoruz, hem de zora gelemiyoruz. Japonya'da
trende, otobüste, her yerde bir şeyler okumaya çalışan insanlara rastlamak
mümkündür
Japonya’da günlük olarak
1000 kişi için 550 gazete;
Türkiye'de 1000 kişi
için -Yerel-ulusal dahil- 55 gazete
yayınlanmaktadır.
Üç büyük Japon gazetesi,
(Yonmiri, Asabi, Mainichi) <strong>16 milyondan fazla sabah baskısı
yapmaktadır.
Aynı gazeteler bir o
kadar da akşam baskısı yapmaktadır.
Ayrıca bizim yapamadıklarımızın
yanında küresel sistemin kuralları da var.! Küresel sistemin üyesi olan
ülkeler, küresel sistemin koyduğu kurallara uymak zorundadır. Sisteme yönetici
olarak dahil olamaz bir de üstüne para alırsanız sisteme köle olursunuz. O
zaman da, ancak onların keşfedip ürettiği uçak, taşıt, hızlı tren, nükleer
santral, ilaç, bilgisayar, cep telefonu… gibi ürünlerden ithal edip bunlarla
övünebilirsiniz. Paranız yoksa size borç da verirler. Ancak bu parayla 2. dünya
savaşı sonrası Almanya ve Japonya gibi çadırda idare edip ‘bilim ve teknoloji
merkezleri kuralım’ derseniz müsaade etmezler.
Sizin pazar olmaktan
çıkıp pazarlar bulmanız için, güçlü ülke olmanız gerekir. Güç, narsizmle olmaz,
narsizm hastalıktır. Güç, bilim ve teknoloji üretmekle olur. Bu ise çok güçlü
milli irade ister. Bunları halka anlatırsanız ve halkta bu hedefe kitlenirse
milli irade olur.
Ancak Milli iradenin bu
hedefin gereklerini ve sonuçlarını da göze alması gerekir. Bu ise lüks ve
israftan kaçınarak tasarrufları, bilim ve teknolojiye yatırmak demektir.
Hastalık sektörüne saçtığımız paraları, sağlıklı bir toplum olarak tasarruf
etmek demektir.
Nükleer enerjiden, cep
telefonlarına, aşıdan ilaca kadar başkalarına hediye ettiğiniz milyar
dolarları, üreteceğiniz bilim ve teknolojiye yatırmak demektir. Buna müsade
ederler mi? Bu tarihi karar, bitmek bilmeyen sıkıntı ve acılara katlanmak
demektir. Halbuki parasını küresel sisteme hediye ettiğiniz ithal uçak, hızlı
tren ve 4 çeker ciplere binmek ise zevk ve sefa demektir.
Yerli araba dahil bunları
üretmek için kafa yormak, ter dökmek, çile çekmek ise acı ve ızdırap demektir.
Ülkemizin temel sorunu burada yatmaktadır; Acılarla yüzleşmek ve acılara
katlanmak.
Bilim ve teknolojide
devrim için ya acı gerçeklerle yüzleşeceğiz, ya da tatlı yalanlarla sömürge ve
tüketim toplumu olacağız. [Kemal Yesilcimen]