Bu Blogda Ara

1 Eylül 2025 Pazartesi

Post-Truth (Gerçeklik Ötesi) Çağ ve Yalan Söylemenin Dayanılmaz Cazibesi

 Günümüzde, "post-truth" çağı olarak adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde gerçeklerin önemi azalmakta ve insanlar, duygularına veya inançlarına göre hareket eden yanlış bilgileri kabul etmeye daha meyilli hale gelmektedirler. Bu nedenle, insanlar artık yalan söylemekten kaçınmıyorlar. Yalan söylemeye karşı tavrımız, en hafif deyimiyle, hoşgörülü hale geldi. “Yalan söylemek artık araba kullanırken hız sınırı aşmak gibi kabul görüyor,” diye gözlemliyor İngiliz psikolog Philip Hodson. “Kimse iki kez düşünmüyor.” [1]

“Hakikatin yerini inanılabilirlik almıştır.”

Daniel Boorstin

 Post-truth dönemi, politikaların etkilerinin daha önce hiç olmadığı kadar derinleştiği ve çeşitlendiği bir zamandır. Günümüzde, sosyal medya ve diğer dijital araçlarla birlikte, yalan haberlerin ve manipülasyonların hızla yayılması kolaylaşmıştır. İnsanlar, dünya hakkında doğru bilgi edinmek yerine, inançlarına veya önyargılarına göre hareket etmektedirler.

Bu dönemde, gerçeklerin yerini duygusal tepkiler ve inançlar almaktadır. Toplumda popüler olan bir fikrin doğru olması gerektiği anlamına gelmez.

Yalan söylemenin yaygınlaştığı ile ilgili bir çalışma, satış yöneticilerinin %50'sinin, satış temsilcilerinin %35'inin ve müşteri hizmetleri çalışanlarının %22'sinin yalan söylediğini göstermektedir (Girard, 2016).

Yapılan araştırmalarda satış temsilcilerinin yaklaşık yarısının satışta yalan söylediğini, üçte birinin müşteriye gerçek olmayan sözler verdiğini ve beşte birinin, müşterinin ihtiyacı olmadığı halde müşteriye ürün satmaya çalıştığını ortaya koymaktadır [2].

Tam da Ralph Keyes'in dediği gibi yalanların hesabı görülüyor, bedelini hakikat ödüyor.

Aynı kitapta Ralph Keyes eğer 10 kişiyi menfaat için yanınıza çekebilirseniz, daha sonra 100 kişiyi kandırabilirsiniz. Eğer 100 kişiyi kandırabilirseniz binlerce kişiyi kandırabilirsiniz. Davranışlarımız değerlerimle çeliştiğinde yapacağımız şey muhtemelen değerlerimizi yeniden düşünmek oluyor diyor.

Ralph Keyes e göre insanın yalanı fark etme kapasitesi oldukça sınırlıdır.

“Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hain sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şahitlik etmeleri istenmediği halde şahitlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler. Hz. Muhammed (SAV) (Taberâni, XXIII, 314)

 

 

Ralph Keyes kitabında Oracle’ın sahibi Larry Elisan’dan [Türkçe çeviri- Sayfa 82 ] Bill ve Hillary Clinton  kadar yalana baş vuran pek çok ünlüden örnekler vermektedir. Bu ünlülerin yalana ihtiyaçları olmamalı değil mi? Ama yine de yalan söylüyorlar.

Yalan söylemin gerektiği, olmazsa olmaz olduğu sanılan bir dünyada dürüstlerin eğer Müslümanlarsa bilmeleri gerekir ki “Yalan Bir Lâfz-ı Kâfirdir"

Sözün özü, Müslüman yalan söylemez.

Yalanı tespit etmek isteyenlerin ise işi zor.

 Referanslar

1-    HAKİKAT SONRASI ÇAĞ-Ralph KEYES

2-    BANKACILIK SEKTÖRÜNDE PAZARLAMA VE SATIŞ YÖNLÜ HEDEF BASKISININ BANKA PERSONELİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİNİN ANALİZİ, İsmail Cüneyt SOYGÜR (Yapı Kredi Bankası) , Sonay Zeki AYDIN (Süleyman Demirel Üniversitesi) https://dergipark.org.tr/tr/download/issue-full-file/52999

25 Şubat 2025 Salı

Ne Ara Böyle Bir Toplum Olduk Demeyeceğim, Yıllardır Bağıra Bağıra Geliyordu

 Aşağıda iki video paylaşıyorum. Büyük ihtimalle çoğumuzun ekranına düşmüştür bu görüntüler; tesadüfün değil, hayatın tuhaf bir cilvesi olarak. Beni asıl kahreden, bu kadar aleni gerçekler ortadayken, gözümüzün içine baka baka kendini belli eden bir çıplaklıkla, toplamda en çok okunan Prof. Acar Baltaş’tan Çetin Altan’a, Aziz Nesin’den Ahmet Altan’a, Nobel ödüllü Orhan Pamuk’tan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’na dek nice insanın uyarılarına kulak asılmaması. Etik dışılık, ahlaksızlık, yolsuzluk, hukuksuzluk; hakkı olanın değil, düzenin kurnazlarının kazandığı bir toplum haline geldiğimizi haykırıyorlar yıllardır. Ve biz, bu seslere rağmen, aynı yolda, sanki görünmez bir el gaz pedalına basmışçasına, hızla ilerliyoruz. Daha da acısı, buna karşı durmaya çalışanlar bir şekilde sistemin dışına itiliyor; ya susturuluyor ya da yok sayılıyor.


Ehliyet ve liyakat, bu topraklarda sanki bir lüks. Piyasanın normalleştirdiği etik dışı işler, kişisel menfaat uğruna toplumu orta ve uzun vadede çürütecek adımlar atılıyor. Hakkını aramak, haklılığını savunmak istersen, önce silinmeye çalışılıyorsun. Eğer alanında silinemeyecek kadar iyisen, o zaman da “geçimsiz” damgası yiyor, “sert” biri olarak yaftalanıyorsun. Rakibin –ister ticari, ister mesleki, ister siyasi– yalan söylerse, seni kandırmaya kalkarsa, ona tek laf edemiyorsun. Ama garip bir çelişkiyle, senin aynı etik ve ahlak dışı yöntemleri kullanman kimseyi rahatsız etmiyor. Oysa belgelerle, bilgilerle birinin yalanını ortaya koyarsan, bu “rakibi kötülemek” sayılıyor. Sanki doğruyu söylemek suç, dürüstlük bir ayıp.


Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendi sesinden, o video kaydında anlattığı gibi: Bu ülkede dürüstü seçmezler, dürüstü sevmezler. Hatta dürüste “Dürüstlük başa bela” dedirtir, hayatından bezdirirler. Herkes sistemin çürümüşlüğünden dem vuruyor, ama aynı herkes, o çürümüşlüğü kendi çıkarları için sonuna kadar sömürmekten geri durmuyor. En iyilerimizin bile kötülükler karşısında yapabildiği en büyük iyilik susmaksa, biz ne ara böyle bir toplum olduk? Sanırım cevabı, o videolarda saklı. İzleyin, düşünün; çünkü ben düşünmekten yoruldum.




1 Şubat 2025 Cumartesi

Toplumsal Çürüme Üzerine Karalamalar

Bir toplum kötülük toplumu olmuşsa içinde iyileri, doğru yolu gösterenleri ya barındırmaz, ya da hapse atmadan, malına mülküne zarar vermeden, onu zor duruma düşürmeden tutmaz. Nereden mi biliyorum? Kur'an-ı Kerim söylüyor. Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavminin  “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” dediği gibi kötülükleri eleştirenlere karşı, onları kovmak, hapse atmak, hatta öldürmek yolunu seçerler. 

Kötülük toplumu nedir ne nasıl oluyor ile ilgili iki video paylaşacağım





Bununla ilgili emir de var. “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)

Bu emre uymak toplum dinamikleri açısından olmazsa olmaz ama kötülük o kadar yol almış ki, insanlar kötülükleri düzeltmeye çalışırken veya eleştirirken de kötülükten yana olabiliyor. Bu nasıl derseniz ona ada Noam Chomsky cevap versin.  Noam Chomsky  diyor ki “İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” yani eleştiriyorsan da sınırını bil. Kendine zarar vermeyecek kadar eleştirme hakkı tanıdım ama benim sınırımı aşma.

İnsanların Çoğu Susmaktan Helak Oldu

İslam, bireysel ve toplumsal adaletin tesis edilmesi için çok ciddi ilkeler ve tavsiyeler sunar. İnsanların doğruyu söylemesi, zalim karşısında susmaması, kötülüğe karşı dik durması gerektiği gibi öğretiler, İslam ahlakının temel taşlarındandır. Bu değerler, sadece kişinin kendisi için değil, toplum için de büyük önem taşır. Günümüzde kötülük her yerde ve güçlü. Genelde bilgisizlik sözleşmesi yani insanların Yahudiler yakılırken Alman halkının bildiği halede görmezden geldiği veya KHK ile yüzbinlerce insan işten atılırken Türk halkının görmezden geldiği gibi görmezden gelmeyi seçer. Eğer görmezden gelmiyorsan Noam Chomsky'nin dediği gibi “İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” yani eleştiriyorsan da sınırını bil. Sınırını da bilmiyorsa ya satın alınırsın ya da Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavminin  “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” dediği gibi kötülükleri eleştirenlere karşı, onları kovmak, hapse atmak, hatta öldürmek yolunu seçerler. Bu da insanların pek çoğunu en azından susmaya iter

İslam, susanları dilsiz şeytanlar olarak tanımlar. Zulme karşı susmak, pasif bir eylemsizlik değildir; susmak, aktif bir kötülüğün desteklenmesidir. Eğer susuyorsanız, demek ki zulme onay veriyorsunuzdur. O suskunluğunuz, zalimin güç kazanmasına, adaletin kaybolmasına, bir toplumun çürümesine yol açar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur: "Kim bir kötülük görürse, onu eliyle engellesin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle engellesin. Eğer buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin, bu imanın en düşük derecesidir." İnsan, kötülüğü görüp susmakla, sadece kötülüğün bir parçası haline gelir. Çünkü zulme rıza, zulümle ortak olmak demektir. Rıza gösterdiğinizde, kötülükleri onaylamış, hatta desteklemiş olursunuz.

Zülme rıza göstermek, o zulmün bir parçası olmanız demektir. Bu, sadece sessiz kalmakla değil, aynı zamanda o zulmü dolaylı olarak beslemekle eşdeğerdir. Bir toplumda zulüm baş gösterdiğinde, sustuğunuz her an, o zulmü pekiştiren bir eylemde bulunmuş olursunuz. Herkesin sustuğu, kötülüğü görmezden geldiği bir toplum, sadece zaman içinde değil, ahlaki olarak da helak olur. İslam’ın öğrettikleri, bireylerin, toplumsal yapının, bir arada yaşamanın gereği olarak kötülüğe karşı tavır almayı, zalime karşı susmamayı, doğruluktan ve adaletten ayrılmamayı emreder.

Zulme karşı durmak, sadece imanın bir gerekliliği değil, bir insanın insanlık görevidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bize her durumda doğruyu söylemeyi, adaletten yana olmayı öğretmiştir. Kötülük karşısında susmak, ruhsal bir çöküş, bir teslimiyet demektir. İslam, kötülükle mücadele etmenin, doğruyu söylemenin ve adaleti savunmanın imanın bir parçası olduğunu vurgular. Bu dünyada, zulmü görüp sessiz kalan, ahirette de vicdanıyle hesap verecektir.

İnsanların çoğu susmaktan helak olmuştur çünkü susmak, her zaman en kolay yol gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki, susmak, sadece bir kaçış değil, bir kabuldür. Zulme rıza göstermek, o zulme katılmaktır. Ve katılmak, her zaman büyüyen bir kötülüğe hizmet etmektir. Adaletin ve doğruluğun yanında durmak, her zaman zor ama doğru olan yoldur.

26 Ocak 2025 Pazar

Çürümüşlük ve Diriliş: Türkiye’nin Toplumsal Muhasebesi ve Yeniden İnşa Yolu

Türkiye'nin durumunu kendimce şöyle özetleyelim. Dünyanın en prestijli akademik organizasyonunda kendi geliştirdiğimiz ve ticari bir ürün olan #Surelog #SIEM ile ilgili makale yayınlıyorum.

Bu ilk değil. Türkiye'de ikinci bir örneği yok ama sıradan satışçılar kadar ilgi çekmiyor çünkü A dan Z ye gördüğüm bütün kötülükleri eleştiriyorum.

Sadece zararsız olanları değil, toplum, siyaset ve benzeri eleştirilmesini istemediği şeyler de dahil. Ama Türkiye’de başarı, eleştirileriniz kadar konuşulmaz.

Gördüğüm kötülüklerin yalnızca zararsız olanlarını değil, topluma, siyasete ve kutsal sayılan değerlere dokunanlarını da dile getirdiğimde, bir duvarla karşılaşıyorum. Hukuk, adalet, ahlak, eğitim... Her alanda dibe vurmuş bir ülke görüyoruz. Uluslararası endekslerdeki yerimiz, dünyanın en alt sıralarına geriliyor. Yolsuzluk diz boyu, yüz binlerce insana terörist damgası vuruluyor, Gazze'yi destekliyoruz derken İsrail' e savaş malzemesi, askerlere gıda ve elbise satılıyor, Uygurlar yardım beklerken sınır dışı ediliyor. Bundan 20 yıl önce başörtümüzü çıkardılar diyenlerin bugün başörtülü kadınları sokak ortasında dövdüğünü izliyoruz. Bebeklerin öldüğü, adaletin sustuğu, herkesin şikâyet ettiği bir düzen... Ancak herkes aynı zamanda bu düzenin çürümüşlüğünü kendi menfaatleri için kullanmaya çalışıyor.

Bu bir toplumsal çürüme. Tıpkı Doç. Dr. Zeliha Bürtek’in dediği gibi, sosyal çürümüşlük. Yaşar Nuri Öztürk’ün "Barabbas toplumu" dediği toplum... O toplum ki, Kur’an-ı Kerim’de Lut kavmiyle anlatılır. Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavmi şöyle der: “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” Kötülükleri eleştirenlere karşı, onları susturmaktan başka bir çare bulamazlar. Çünkü Lut kavmi gibi, iffetli bir yaşam sürenlerin ve doğruyu söyleyenlerin varlığı, onların kendi yanlışlarını görmelerine neden olur. Ve bu rahatsızlık, susturma tehdidini beraberinde getirir.

Bu çürümüşlüğün içinde, Noam Chomsky’nin dediği o “kurnaz yöntem” işlemekte: İnsanları etkisiz ve itaatkâr kılmanın yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bu tolerans, sınırlandırılmış bir alanın dışına taştığında, tehdit olarak algılanır. Değişim ve ilerlemenin ruhu ise, toplumu rahatsız etmekten geçer. Nurettin Topçu’nun dediği gibi, isyanı olmayanın ahlâkı olmaz. Ama isyan, vicdanın sesiyle yükseldiğinde anlam kazanır. Yoksa Acar Baltaş’ın işaret ettiği gibi, hile yapanı görenin onu taklit ettiği, herkesin kendi çıkarı için düzenin yozlaşmasına göz yumduğu bir sosyal norm yaratılır.

Kemal Tahir’in o çarpıcı sözleri burada anlam kazanır: “Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar.”

Bugün yaşadığımız tam da budur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin binlerce kararını görmezden gelenler, bir gün kendileri aynı adaletsizliğe uğradığında o mahkemenin kapısına dayanır. 

Çifte standart, hem bireysel hem de toplumsal bir zaaf haline gelmiştir.

Bu düzenin karşısında susanlara, Kur’an’ın Nisâ Suresi 97. Ayeti’ni hatırlatmak gerek: “Allah’ın arzı, sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?” Sessiz kalmak, sistemin bir parçası olmaktır. Marcus Aurelius’un dediği gibi, hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz. Bu yüzden, susmak bir seçenek değildir. Değişim rahatsızlık yaratır, evet. Ama rahatsızlık, hakikatin tohumudur.

Ve hakikati susturamazlar. Çünkü tarihin her döneminde, susturulmaya çalışılan sesler bir gün halkın vicdanı olmuştur.

Toplumun Hukuk ve Adalet Reformunu sözde değil özde belirlemesi ve burada uluslararası bir çıpayı baz alması güzel bir başlangıç olabilir. Hukukun Üstünlüğü Endeksinde ilk 10'a girmek ilk hedef olmalı mesela.

Finlandiya örneğini 100 yıl önce Atatürk eğitim sistemine uygulamaya çalışmış ama başarılı olmamış. Ciddi ve yine sözde değil özde bir Eğitim Reformu gerekli.

Sanırım en zor olan da Toplumsal Ahlak ve Yozlaşma ile Mücadele, Çifte Standartların Aşılması, Medya ve Bilgi Akışında Şeffaflık ve Sivil Toplumun Güçlendirilmesi çünkü

bunlar için daha derinlere inmek ve yüzlerce yıldır unutulmuş değerlerin tekrar gün yüzüne çıkarılması gerekecek. Hemen olmayacak, sabır gerecek ve bu bizi zorlayacak. Kendi şahsi çıkarlarımızdan feragat gerekecek bunun ne kadar zor olduğu ortada ama başarmamız gerek.

19 Ekim 2024 Cumartesi

Bu Topraklar: Coğrafya Kaderdir

 Uzun zamandır rüşvetin, yolsuzluğun, adam kayırmanın ve işin ehline verilmemesinin bu topraklarda bir piyango gibi görüldüğüne tanık oluyoruz. Çetin Altan, bunu yıllar önce söylediğinde belki bu kadar yaygın değildi, ama ruhu belliydi. Halk, rüşveti artık bir suç değil, “şans” olarak görmeye başladı.

“Bana da çıkar” umuduyla bekleyenlerin sessizliği, aslında kötülüğün kök salmasına en büyük katkıyı sağladı. Adaleti değil, adaletsizlikten pay almayı umar hale geldiler. Yolsuzluk, bu sistemin yağlı çarkı. Çarkın içine girersen yağlanırsın, dışarıda kalırsan şikâyet edersin. Aslında herkes bir şekilde o çarkın içinde yer almayı bekliyor, sadece sırası gelmeyenler beklemekte.

Her gün duyduğumuz kötülük, ahlaksızlık, suç, artık kimseyi şaşırtmıyor. Şaşırma yetimizi kaybettik. Murat Ağırel’in yazdığı son olay, bu yozlaşmış düzenin geldiği noktayı gösteriyor: Bir hâkim, mahkemenin emanetindeki uyuşturucuyu alıyor, başsavcı vekili ve başka bir hâkimle adliyede âlem yapıyor, ardından cinsel ilişkiye giriyorlar. Ve asıl skandal şu ki, bu olayları soruşturması gereken başsavcı bir uyuşturucu baronu çıkıyor.

Bununla da bitmiyor. Para için özel hastanelerde yeni doğmuş bebeklerin öldürüldüğü haberleri... Bu kadar ahlaksızlık nasıl normalleşir? Sebebi çok eski ve köklü bir zihniyette saklı. Çetin Altan 2015 yılında Çınar Oskay’a verdiği röportajda bu zihniyeti özetlemişti: “Yolsuzluğu piyango gibi görüyorlar. 'Bana da çıkar' diyorlar. Yolsuzluğun bitmesini istemiyorlar, çünkü yolsuzluktan pay almak istiyorlar.”

Bu ülkede görünürde herkes rüşvetten şikâyet eder, ama gerçek şudur: Çoğu insan, rüşvetin varlığından değil, kendisinin pay alamamış olmasından şikâyetçidir. Hatta bazen şikâyet edenler bile bu çarkın bir parçasıdır. Gösteriş olsun diye karşı çıkıyor gibi yaparlar, ama fırsatını bulduklarında o çarkın içinde kaybolurlar. Acar Baltaş bunu çok güzel anlatır: “Rüşveti eleştirirler, ama aslında esas dertleri, rüşvet çarkına dahil olamamalarından kaynaklanır.”

Bazı insanlar sistemi eleştirir, ama aslında tıpkı Martin Niemöller’in dediği gibi, tehlike onlara ulaşana kadar susarlar:

“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

Bir başka grup ise Noam Chomsky'nin tarif ettiği o sinsi oyunun içindedir:

“İnsanları etkisiz ve itaatkâr kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı bir tolerans göstermekten geçer. Ama bu alan içinde tartışmalar sürekli canlı tutulur ki insanlar kendilerini özgür sanıp aslında sistemin sınırları içinde kalırlar.”

Gerçekleri söylemenin ve doğruluktan şaşmamanın bedelini ise Arman Kırım, “Mor İneğin Akıllısı” kitabında şöyle anlatır:

“Ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmakla itham edildim. Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: Eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz. Onların stratejilerini doğrulayacak, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız.”

İşte bu yüzden Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşadığı anekdot, Türkiye’nin gerçeğini özetler:

“Bir gün birileri bana dedi ki: Başkanım, insanlar sizin dürüstlüğünüzden bahsediyor, ama sonunda ‘Bu kadar dürüst biri iktidar olamaz’ diyorlar.”

Dürüstlük, çıkarlarla örülmüş bir düzende tehlikeli sayılır. Çünkü dürüst biri, çıkar hesaplarının en büyük düşmanıdır. Bu yüzden de kimse dürüst birini iktidarda görmek istemez.

Ben, son on yılda yüzlerce yazı, binlerce paylaşım ve hukuki girişimle haksızlıkların peşine düştüm. İnsanlara adaleti, ahlakı ve vicdanı hatırlatmaya çalıştım. Ama sonunda ne oldu? Düşman kazandım. Gerçekleri söylediğinde, sistemi eleştirdiğinde, seni kucaklamazlar. Seni dışlarlar, yalnız bırakırlar.

Acar Baltaş’ın dediği gibi, sistemi eleştirmek değil, sistemden pay kapmak asıl amaç olmalıydı belki. Ama bana uymazdı. Ben, kendimi bu çarka yakıştıramam.

Kemal Tahir’in şu sözünü unutmamak gerek:

“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla soyguncularına hayranlık duyar.”

Marcus Aurelius ise şöyle der:

“Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz.”

Adaletsizliğin kol gezdiği bir yerde sessiz kalmak, bir tercih meselesidir. Ama ben susmamayı tercih ettim. Evet, bedeli ağır oldu. Düşmanlarım çoğaldı, yalnız kaldım. Ama doğru bildiğin yoldan dönmek, o yalnızlıktan daha ağır bir bedeldir.

Herkesin sessiz kaldığı bir dünyada, tek başına haykırmak bazen insanın en büyük zaferi olur.

Bana Uymazdı Zaten

Uzun zamandır rüşvetin bu topraklarda bir piyango gibi görüldüğüne tanık oluyoruz. Çetin Altan, bunu yıllar önce söylediğinde belki bu kadar yaygın değildi, ama ruhu belliydi. Halk çalmayı suç değil, “şans” olarak görür hale geldi. “Bana da çıkar” diye bekleyenlerin sessizliği, aslında suçun kök salmasına en büyük katkıyı sağladı. İnsanlar adaleti değil, adaletsizlikten pay kapmayı umut ediyor. Yolsuzluk, sistemin yağlı çarkı; içinde yer bulursan yağlanırsın, bulamazsan şikâyet edersin. Aslında herkes çarkın içindedir, sadece zamanı gelmemiş olanlar sıradadır.

Her gün kötülüğe, suça, ahlaksızlığa öyle hızla alışıyoruz ki şaşırma yetimizi kaybettik. Duyduğumuz onca hikâye, buzdağının yalnızca görünen kısmı. Düşünsene; en son Murat Ağırel’in yazdığı olay, artık hayal sınırlarını bile zorlar cinsten. Bir hâkim mahkeme emanetindeki uyuşturucuyu alıp başsavcı vekili ve bir başka hâkimle adliyede âlem yapıyor, ardından cinsel ilişkiye giriyorlar. Üstelik, bu skandalı soruşturması gereken başsavcı meğer uyuşturucu baronuymuş.

Ve daha beteri, para için özel hastanelerde yeni doğmuş bebeklerin öldürüldüğü haberleri... Peki, bütün bunların sebebi ne? Bu soru önemli. Çünkü halkın adaletten, doğruluktan uzaklaşmasının ve kötülüğü normalleştirmesinin ardındaki zihniyet, çok eski bir gelenek.

Çetin Altan, 2015’te Çınar Oskay’a verdiği bir röportajda bunu özetledi: “Yolsuzluğu piyango gibi görüyorlar. 'Bana da çıkar' diyorlar. Yolsuzluğun bitmesini istemiyorlar, çünkü yolsuzluktan pay almak istiyorlar.”

Bu ülkede herkes rüşvetten şikâyet eder, ama işin gerçeği şudur: Çoğu insan, rüşvetin varlığından değil, kendisinin pay alamamış olmasından şikâyetçidir. Bunu Prof. Dr. Acar Baltaş'ın tespiti çok güzel özetliyor: “Rüşveti eleştirirler, ama aslında esas dertleri, rüşvet çarkına dahil olamamalarından kaynaklanır.”

Bu yüzden dürüstlüğün başa bela olduğunu hepimiz biliriz. Muhsin Yazıcıoğlu’nun anlattığı anekdot, Türkiye’nin gerçeğini gösterir: “Bir gün birileri bana dedi ki: Başkanım, insanlar sizin dürüstlüğünüzden bahsediyor, ama sonunda ‘Bu kadar dürüst biri iktidar olamaz’ diyorlar.” İşte mesele budur. Bu kadar dürüstsen iktidar olamazsın, çünkü herkes seni kuşku ve korkuyla izler. Dürüstlük, çıkar hesaplarıyla yönetilen bir düzende, insanların gözünde tehlikedir.

Ben, son on yılda yüzlerce yazıyla, binlerce paylaşım ve hukuki girişimle haksızlıkların peşine düştüm. İnsanlara adaleti, ahlakı ve vicdanı hatırlatmaya çalıştım. Ama sonunda ne oldu? Düşman kazandım. Gerçekleri söylediğinde, sistemi eleştirdiğinde, seni kucaklamazlar. Seni dışlarlar, seni yalnız bırakırlar.

Acar Baltaş’ın dediği gibi, sistemi eleştirmek değil, sistemden pay kapmak asıl amaç olmalıydı belki. Ama bana uymazdı. Ben, kendimi bu çarka yakıştıramam.

Adaletsizliğin kol gezdiği bir yerde, sessiz kalmak bir tercihtir. Ama ben susmamayı tercih ettim. Evet, bedeli ağır oldu. Düşmanlarım çoğaldı, yalnız kaldım. Ama doğru bildiğin yoldan dönmek, o yalnızlıktan daha ağır bir bedeldir.

Herkesin sessiz kaldığı bir dünyada, tek başına haykırmak bazen insanın en büyük zaferi olur.