Bu Blogda Ara

1 Eylül 2025 Pazartesi

Post-Truth (Gerçeklik Ötesi) Çağ ve Yalan Söylemenin Dayanılmaz Cazibesi

 Günümüzde, "post-truth" çağı olarak adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde gerçeklerin önemi azalmakta ve insanlar, duygularına veya inançlarına göre hareket eden yanlış bilgileri kabul etmeye daha meyilli hale gelmektedirler. Bu nedenle, insanlar artık yalan söylemekten kaçınmıyorlar. Yalan söylemeye karşı tavrımız, en hafif deyimiyle, hoşgörülü hale geldi. “Yalan söylemek artık araba kullanırken hız sınırı aşmak gibi kabul görüyor,” diye gözlemliyor İngiliz psikolog Philip Hodson. “Kimse iki kez düşünmüyor.” [1]

“Hakikatin yerini inanılabilirlik almıştır.”

Daniel Boorstin

 Post-truth dönemi, politikaların etkilerinin daha önce hiç olmadığı kadar derinleştiği ve çeşitlendiği bir zamandır. Günümüzde, sosyal medya ve diğer dijital araçlarla birlikte, yalan haberlerin ve manipülasyonların hızla yayılması kolaylaşmıştır. İnsanlar, dünya hakkında doğru bilgi edinmek yerine, inançlarına veya önyargılarına göre hareket etmektedirler.

Bu dönemde, gerçeklerin yerini duygusal tepkiler ve inançlar almaktadır. Toplumda popüler olan bir fikrin doğru olması gerektiği anlamına gelmez.

Yalan söylemenin yaygınlaştığı ile ilgili bir çalışma, satış yöneticilerinin %50'sinin, satış temsilcilerinin %35'inin ve müşteri hizmetleri çalışanlarının %22'sinin yalan söylediğini göstermektedir (Girard, 2016).

Yapılan araştırmalarda satış temsilcilerinin yaklaşık yarısının satışta yalan söylediğini, üçte birinin müşteriye gerçek olmayan sözler verdiğini ve beşte birinin, müşterinin ihtiyacı olmadığı halde müşteriye ürün satmaya çalıştığını ortaya koymaktadır [2].

Tam da Ralph Keyes'in dediği gibi yalanların hesabı görülüyor, bedelini hakikat ödüyor.

Aynı kitapta Ralph Keyes eğer 10 kişiyi menfaat için yanınıza çekebilirseniz, daha sonra 100 kişiyi kandırabilirsiniz. Eğer 100 kişiyi kandırabilirseniz binlerce kişiyi kandırabilirsiniz. Davranışlarımız değerlerimle çeliştiğinde yapacağımız şey muhtemelen değerlerimizi yeniden düşünmek oluyor diyor.

Ralph Keyes e göre insanın yalanı fark etme kapasitesi oldukça sınırlıdır.

“Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hain sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şahitlik etmeleri istenmediği halde şahitlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler. Hz. Muhammed (SAV) (Taberâni, XXIII, 314)

 

 

Ralph Keyes kitabında Oracle’ın sahibi Larry Elisan’dan [Türkçe çeviri- Sayfa 82 ] Bill ve Hillary Clinton  kadar yalana baş vuran pek çok ünlüden örnekler vermektedir. Bu ünlülerin yalana ihtiyaçları olmamalı değil mi? Ama yine de yalan söylüyorlar.

Yalan söylemin gerektiği, olmazsa olmaz olduğu sanılan bir dünyada dürüstlerin eğer Müslümanlarsa bilmeleri gerekir ki “Yalan Bir Lâfz-ı Kâfirdir"

Sözün özü, Müslüman yalan söylemez.

Yalanı tespit etmek isteyenlerin ise işi zor.

 Referanslar

1-    HAKİKAT SONRASI ÇAĞ-Ralph KEYES

2-    BANKACILIK SEKTÖRÜNDE PAZARLAMA VE SATIŞ YÖNLÜ HEDEF BASKISININ BANKA PERSONELİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİNİN ANALİZİ, İsmail Cüneyt SOYGÜR (Yapı Kredi Bankası) , Sonay Zeki AYDIN (Süleyman Demirel Üniversitesi) https://dergipark.org.tr/tr/download/issue-full-file/52999

25 Şubat 2025 Salı

Ne Ara Böyle Bir Toplum Olduk Demeyeceğim, Yıllardır Bağıra Bağıra Geliyordu

 Aşağıda iki video paylaşıyorum. Büyük ihtimalle çoğumuzun ekranına düşmüştür bu görüntüler; tesadüfün değil, hayatın tuhaf bir cilvesi olarak. Beni asıl kahreden, bu kadar aleni gerçekler ortadayken, gözümüzün içine baka baka kendini belli eden bir çıplaklıkla, toplamda en çok okunan Prof. Acar Baltaş’tan Çetin Altan’a, Aziz Nesin’den Ahmet Altan’a, Nobel ödüllü Orhan Pamuk’tan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’na dek nice insanın uyarılarına kulak asılmaması. Etik dışılık, ahlaksızlık, yolsuzluk, hukuksuzluk; hakkı olanın değil, düzenin kurnazlarının kazandığı bir toplum haline geldiğimizi haykırıyorlar yıllardır. Ve biz, bu seslere rağmen, aynı yolda, sanki görünmez bir el gaz pedalına basmışçasına, hızla ilerliyoruz. Daha da acısı, buna karşı durmaya çalışanlar bir şekilde sistemin dışına itiliyor; ya susturuluyor ya da yok sayılıyor.


Ehliyet ve liyakat, bu topraklarda sanki bir lüks. Piyasanın normalleştirdiği etik dışı işler, kişisel menfaat uğruna toplumu orta ve uzun vadede çürütecek adımlar atılıyor. Hakkını aramak, haklılığını savunmak istersen, önce silinmeye çalışılıyorsun. Eğer alanında silinemeyecek kadar iyisen, o zaman da “geçimsiz” damgası yiyor, “sert” biri olarak yaftalanıyorsun. Rakibin –ister ticari, ister mesleki, ister siyasi– yalan söylerse, seni kandırmaya kalkarsa, ona tek laf edemiyorsun. Ama garip bir çelişkiyle, senin aynı etik ve ahlak dışı yöntemleri kullanman kimseyi rahatsız etmiyor. Oysa belgelerle, bilgilerle birinin yalanını ortaya koyarsan, bu “rakibi kötülemek” sayılıyor. Sanki doğruyu söylemek suç, dürüstlük bir ayıp.


Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendi sesinden, o video kaydında anlattığı gibi: Bu ülkede dürüstü seçmezler, dürüstü sevmezler. Hatta dürüste “Dürüstlük başa bela” dedirtir, hayatından bezdirirler. Herkes sistemin çürümüşlüğünden dem vuruyor, ama aynı herkes, o çürümüşlüğü kendi çıkarları için sonuna kadar sömürmekten geri durmuyor. En iyilerimizin bile kötülükler karşısında yapabildiği en büyük iyilik susmaksa, biz ne ara böyle bir toplum olduk? Sanırım cevabı, o videolarda saklı. İzleyin, düşünün; çünkü ben düşünmekten yoruldum.




1 Şubat 2025 Cumartesi

Toplumsal Çürüme Üzerine Karalamalar

Bir toplum kötülük toplumu olmuşsa içinde iyileri, doğru yolu gösterenleri ya barındırmaz, ya da hapse atmadan, malına mülküne zarar vermeden, onu zor duruma düşürmeden tutmaz. Nereden mi biliyorum? Kur'an-ı Kerim söylüyor. Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavminin  “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” dediği gibi kötülükleri eleştirenlere karşı, onları kovmak, hapse atmak, hatta öldürmek yolunu seçerler. 

Kötülük toplumu nedir ne nasıl oluyor ile ilgili iki video paylaşacağım





Bununla ilgili emir de var. “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)

Bu emre uymak toplum dinamikleri açısından olmazsa olmaz ama kötülük o kadar yol almış ki, insanlar kötülükleri düzeltmeye çalışırken veya eleştirirken de kötülükten yana olabiliyor. Bu nasıl derseniz ona ada Noam Chomsky cevap versin.  Noam Chomsky  diyor ki “İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” yani eleştiriyorsan da sınırını bil. Kendine zarar vermeyecek kadar eleştirme hakkı tanıdım ama benim sınırımı aşma.

İnsanların Çoğu Susmaktan Helak Oldu

İslam, bireysel ve toplumsal adaletin tesis edilmesi için çok ciddi ilkeler ve tavsiyeler sunar. İnsanların doğruyu söylemesi, zalim karşısında susmaması, kötülüğe karşı dik durması gerektiği gibi öğretiler, İslam ahlakının temel taşlarındandır. Bu değerler, sadece kişinin kendisi için değil, toplum için de büyük önem taşır. Günümüzde kötülük her yerde ve güçlü. Genelde bilgisizlik sözleşmesi yani insanların Yahudiler yakılırken Alman halkının bildiği halede görmezden geldiği veya KHK ile yüzbinlerce insan işten atılırken Türk halkının görmezden geldiği gibi görmezden gelmeyi seçer. Eğer görmezden gelmiyorsan Noam Chomsky'nin dediği gibi “İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” yani eleştiriyorsan da sınırını bil. Sınırını da bilmiyorsa ya satın alınırsın ya da Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavminin  “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” dediği gibi kötülükleri eleştirenlere karşı, onları kovmak, hapse atmak, hatta öldürmek yolunu seçerler. Bu da insanların pek çoğunu en azından susmaya iter

İslam, susanları dilsiz şeytanlar olarak tanımlar. Zulme karşı susmak, pasif bir eylemsizlik değildir; susmak, aktif bir kötülüğün desteklenmesidir. Eğer susuyorsanız, demek ki zulme onay veriyorsunuzdur. O suskunluğunuz, zalimin güç kazanmasına, adaletin kaybolmasına, bir toplumun çürümesine yol açar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur: "Kim bir kötülük görürse, onu eliyle engellesin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle engellesin. Eğer buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin, bu imanın en düşük derecesidir." İnsan, kötülüğü görüp susmakla, sadece kötülüğün bir parçası haline gelir. Çünkü zulme rıza, zulümle ortak olmak demektir. Rıza gösterdiğinizde, kötülükleri onaylamış, hatta desteklemiş olursunuz.

Zülme rıza göstermek, o zulmün bir parçası olmanız demektir. Bu, sadece sessiz kalmakla değil, aynı zamanda o zulmü dolaylı olarak beslemekle eşdeğerdir. Bir toplumda zulüm baş gösterdiğinde, sustuğunuz her an, o zulmü pekiştiren bir eylemde bulunmuş olursunuz. Herkesin sustuğu, kötülüğü görmezden geldiği bir toplum, sadece zaman içinde değil, ahlaki olarak da helak olur. İslam’ın öğrettikleri, bireylerin, toplumsal yapının, bir arada yaşamanın gereği olarak kötülüğe karşı tavır almayı, zalime karşı susmamayı, doğruluktan ve adaletten ayrılmamayı emreder.

Zulme karşı durmak, sadece imanın bir gerekliliği değil, bir insanın insanlık görevidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bize her durumda doğruyu söylemeyi, adaletten yana olmayı öğretmiştir. Kötülük karşısında susmak, ruhsal bir çöküş, bir teslimiyet demektir. İslam, kötülükle mücadele etmenin, doğruyu söylemenin ve adaleti savunmanın imanın bir parçası olduğunu vurgular. Bu dünyada, zulmü görüp sessiz kalan, ahirette de vicdanıyle hesap verecektir.

İnsanların çoğu susmaktan helak olmuştur çünkü susmak, her zaman en kolay yol gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki, susmak, sadece bir kaçış değil, bir kabuldür. Zulme rıza göstermek, o zulme katılmaktır. Ve katılmak, her zaman büyüyen bir kötülüğe hizmet etmektir. Adaletin ve doğruluğun yanında durmak, her zaman zor ama doğru olan yoldur.

26 Ocak 2025 Pazar

Çürümüşlük ve Diriliş: Türkiye’nin Toplumsal Muhasebesi ve Yeniden İnşa Yolu

Türkiye'nin durumunu kendimce şöyle özetleyelim. Dünyanın en prestijli akademik organizasyonunda kendi geliştirdiğimiz ve ticari bir ürün olan #Surelog #SIEM ile ilgili makale yayınlıyorum.

Bu ilk değil. Türkiye'de ikinci bir örneği yok ama sıradan satışçılar kadar ilgi çekmiyor çünkü A dan Z ye gördüğüm bütün kötülükleri eleştiriyorum.

Sadece zararsız olanları değil, toplum, siyaset ve benzeri eleştirilmesini istemediği şeyler de dahil. Ama Türkiye’de başarı, eleştirileriniz kadar konuşulmaz.

Gördüğüm kötülüklerin yalnızca zararsız olanlarını değil, topluma, siyasete ve kutsal sayılan değerlere dokunanlarını da dile getirdiğimde, bir duvarla karşılaşıyorum. Hukuk, adalet, ahlak, eğitim... Her alanda dibe vurmuş bir ülke görüyoruz. Uluslararası endekslerdeki yerimiz, dünyanın en alt sıralarına geriliyor. Yolsuzluk diz boyu, yüz binlerce insana terörist damgası vuruluyor, Gazze'yi destekliyoruz derken İsrail' e savaş malzemesi, askerlere gıda ve elbise satılıyor, Uygurlar yardım beklerken sınır dışı ediliyor. Bundan 20 yıl önce başörtümüzü çıkardılar diyenlerin bugün başörtülü kadınları sokak ortasında dövdüğünü izliyoruz. Bebeklerin öldüğü, adaletin sustuğu, herkesin şikâyet ettiği bir düzen... Ancak herkes aynı zamanda bu düzenin çürümüşlüğünü kendi menfaatleri için kullanmaya çalışıyor.

Bu bir toplumsal çürüme. Tıpkı Doç. Dr. Zeliha Bürtek’in dediği gibi, sosyal çürümüşlük. Yaşar Nuri Öztürk’ün "Barabbas toplumu" dediği toplum... O toplum ki, Kur’an-ı Kerim’de Lut kavmiyle anlatılır. Hûd Suresi'nin 78-79. ayetlerinde, Hz. Lut’un kavmi şöyle der: “Ey Lut! Eğer bu işe son vermezsen, mutlaka kovulacaklardan olacaksın!” Kötülükleri eleştirenlere karşı, onları susturmaktan başka bir çare bulamazlar. Çünkü Lut kavmi gibi, iffetli bir yaşam sürenlerin ve doğruyu söyleyenlerin varlığı, onların kendi yanlışlarını görmelerine neden olur. Ve bu rahatsızlık, susturma tehdidini beraberinde getirir.

Bu çürümüşlüğün içinde, Noam Chomsky’nin dediği o “kurnaz yöntem” işlemekte: İnsanları etkisiz ve itaatkâr kılmanın yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bu tolerans, sınırlandırılmış bir alanın dışına taştığında, tehdit olarak algılanır. Değişim ve ilerlemenin ruhu ise, toplumu rahatsız etmekten geçer. Nurettin Topçu’nun dediği gibi, isyanı olmayanın ahlâkı olmaz. Ama isyan, vicdanın sesiyle yükseldiğinde anlam kazanır. Yoksa Acar Baltaş’ın işaret ettiği gibi, hile yapanı görenin onu taklit ettiği, herkesin kendi çıkarı için düzenin yozlaşmasına göz yumduğu bir sosyal norm yaratılır.

Kemal Tahir’in o çarpıcı sözleri burada anlam kazanır: “Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar.”

Bugün yaşadığımız tam da budur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin binlerce kararını görmezden gelenler, bir gün kendileri aynı adaletsizliğe uğradığında o mahkemenin kapısına dayanır. 

Çifte standart, hem bireysel hem de toplumsal bir zaaf haline gelmiştir.

Bu düzenin karşısında susanlara, Kur’an’ın Nisâ Suresi 97. Ayeti’ni hatırlatmak gerek: “Allah’ın arzı, sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?” Sessiz kalmak, sistemin bir parçası olmaktır. Marcus Aurelius’un dediği gibi, hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz. Bu yüzden, susmak bir seçenek değildir. Değişim rahatsızlık yaratır, evet. Ama rahatsızlık, hakikatin tohumudur.

Ve hakikati susturamazlar. Çünkü tarihin her döneminde, susturulmaya çalışılan sesler bir gün halkın vicdanı olmuştur.

Toplumun Hukuk ve Adalet Reformunu sözde değil özde belirlemesi ve burada uluslararası bir çıpayı baz alması güzel bir başlangıç olabilir. Hukukun Üstünlüğü Endeksinde ilk 10'a girmek ilk hedef olmalı mesela.

Finlandiya örneğini 100 yıl önce Atatürk eğitim sistemine uygulamaya çalışmış ama başarılı olmamış. Ciddi ve yine sözde değil özde bir Eğitim Reformu gerekli.

Sanırım en zor olan da Toplumsal Ahlak ve Yozlaşma ile Mücadele, Çifte Standartların Aşılması, Medya ve Bilgi Akışında Şeffaflık ve Sivil Toplumun Güçlendirilmesi çünkü

bunlar için daha derinlere inmek ve yüzlerce yıldır unutulmuş değerlerin tekrar gün yüzüne çıkarılması gerekecek. Hemen olmayacak, sabır gerecek ve bu bizi zorlayacak. Kendi şahsi çıkarlarımızdan feragat gerekecek bunun ne kadar zor olduğu ortada ama başarmamız gerek.