Uzun zamandır rüşvetin, yolsuzluğun, adam kayırmanın ve işin ehline verilmemesinin bu topraklarda bir piyango gibi görüldüğüne tanık oluyoruz. Çetin Altan, bunu yıllar önce söylediğinde belki bu kadar yaygın değildi, ama ruhu belliydi. Halk, rüşveti artık bir suç değil, “şans” olarak görmeye başladı.
“Bana da çıkar” umuduyla bekleyenlerin sessizliği, aslında kötülüğün kök salmasına en büyük katkıyı sağladı. Adaleti değil, adaletsizlikten pay almayı umar hale geldiler. Yolsuzluk, bu sistemin yağlı çarkı. Çarkın içine girersen yağlanırsın, dışarıda kalırsan şikâyet edersin. Aslında herkes bir şekilde o çarkın içinde yer almayı bekliyor, sadece sırası gelmeyenler beklemekte.
Her gün duyduğumuz kötülük, ahlaksızlık, suç, artık kimseyi şaşırtmıyor. Şaşırma yetimizi kaybettik. Murat Ağırel’in yazdığı son olay, bu yozlaşmış düzenin geldiği noktayı gösteriyor: Bir hâkim, mahkemenin emanetindeki uyuşturucuyu alıyor, başsavcı vekili ve başka bir hâkimle adliyede âlem yapıyor, ardından cinsel ilişkiye giriyorlar. Ve asıl skandal şu ki, bu olayları soruşturması gereken başsavcı bir uyuşturucu baronu çıkıyor.
Bununla da bitmiyor. Para için özel hastanelerde yeni doğmuş bebeklerin öldürüldüğü haberleri... Bu kadar ahlaksızlık nasıl normalleşir? Sebebi çok eski ve köklü bir zihniyette saklı. Çetin Altan 2015 yılında Çınar Oskay’a verdiği röportajda bu zihniyeti özetlemişti: “Yolsuzluğu piyango gibi görüyorlar. 'Bana da çıkar' diyorlar. Yolsuzluğun bitmesini istemiyorlar, çünkü yolsuzluktan pay almak istiyorlar.”
Bu ülkede görünürde herkes rüşvetten şikâyet eder, ama gerçek şudur: Çoğu insan, rüşvetin varlığından değil, kendisinin pay alamamış olmasından şikâyetçidir. Hatta bazen şikâyet edenler bile bu çarkın bir parçasıdır. Gösteriş olsun diye karşı çıkıyor gibi yaparlar, ama fırsatını bulduklarında o çarkın içinde kaybolurlar. Acar Baltaş bunu çok güzel anlatır: “Rüşveti eleştirirler, ama aslında esas dertleri, rüşvet çarkına dahil olamamalarından kaynaklanır.”
Bazı insanlar sistemi eleştirir, ama aslında tıpkı Martin Niemöller’in dediği gibi, tehlike onlara ulaşana kadar susarlar:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Bir başka grup ise Noam Chomsky'nin tarif ettiği o sinsi oyunun içindedir:
“İnsanları etkisiz ve itaatkâr kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı bir tolerans göstermekten geçer. Ama bu alan içinde tartışmalar sürekli canlı tutulur ki insanlar kendilerini özgür sanıp aslında sistemin sınırları içinde kalırlar.”
Gerçekleri söylemenin ve doğruluktan şaşmamanın bedelini ise Arman Kırım, “Mor İneğin Akıllısı” kitabında şöyle anlatır:
“Ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmakla itham edildim. Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: Eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz. Onların stratejilerini doğrulayacak, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız.”
İşte bu yüzden Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşadığı anekdot, Türkiye’nin gerçeğini özetler:
“Bir gün birileri bana dedi ki: Başkanım, insanlar sizin dürüstlüğünüzden bahsediyor, ama sonunda ‘Bu kadar dürüst biri iktidar olamaz’ diyorlar.”
Dürüstlük, çıkarlarla örülmüş bir düzende tehlikeli sayılır. Çünkü dürüst biri, çıkar hesaplarının en büyük düşmanıdır. Bu yüzden de kimse dürüst birini iktidarda görmek istemez.
Ben, son on yılda yüzlerce yazı, binlerce paylaşım ve hukuki girişimle haksızlıkların peşine düştüm. İnsanlara adaleti, ahlakı ve vicdanı hatırlatmaya çalıştım. Ama sonunda ne oldu? Düşman kazandım. Gerçekleri söylediğinde, sistemi eleştirdiğinde, seni kucaklamazlar. Seni dışlarlar, yalnız bırakırlar.
Acar Baltaş’ın dediği gibi, sistemi eleştirmek değil, sistemden pay kapmak asıl amaç olmalıydı belki. Ama bana uymazdı. Ben, kendimi bu çarka yakıştıramam.
Kemal Tahir’in şu sözünü unutmamak gerek:
“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla soyguncularına hayranlık duyar.”
Marcus Aurelius ise şöyle der:
“Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz.”
Adaletsizliğin kol gezdiği bir yerde sessiz kalmak, bir tercih meselesidir. Ama ben susmamayı tercih ettim. Evet, bedeli ağır oldu. Düşmanlarım çoğaldı, yalnız kaldım. Ama doğru bildiğin yoldan dönmek, o yalnızlıktan daha ağır bir bedeldir.
Herkesin sessiz kaldığı bir dünyada, tek başına haykırmak bazen insanın en büyük zaferi olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder