Bu Blogda Ara

22 Eylül 2024 Pazar

Türkiye'nin En Büyük Şanssızlığı

Türkiye’nin hukuk, adalet ve yolsuzluklara karşı mücadelede en büyük şanssızlığı, bu mücadeleyi verebilecek güce ve imkana sahip olanların çoğunun,
bu gücü sistemi iyileştirmek yerine, sistemden pay kapmak için kullanmalarıdır.
Bunun en önemli sebebi de bu kişilerin imkanları ve güçleri, çoğunlukla mevcut sistemin kendilerine sağladığı avantajlardan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla, bu düzenden faydalananlar, ya bu bozuk yapının bir parçası haline gelir ya da sistemi temelden sarsacak derinlikte ve etkili eleştirilerden kaçınarak zarar görmemeyi tercih ederler.
Siyaset sahnesinin yolsuzluklarla anıldığı Türkiye'de, servet sahiplerinden toplumun önde gelen isimlerine kadar birçok kişi, bu yozlaşmaya sessiz kalarak sistemin bir parçası haline gelmiştir.

Ancak bu durum yalnızca servet sahipleri ve elitlerle sınırlı kalmaz. Sosyal medyada geniş kitlelere hitap eden, yüz binlerce hatta milyonlarca takipçisi olan kişiler de bu sorunun bir parçasıdır. Noam Chomsky’nin “rıza imalatı” kavramı tam da bu durumu açıklamaktadır;sistemin, medya ve iş dünyası aracılığıyla toplumu manipüle ederek, halkın rızasını nasıl ürettiğini ortaya koyar.

1. Rıza İmalatı: İktidarın Meşrulaştırılması
Noam Chomsky, "rıza imalatı" terimini kullanarak, sistemin halkın algılarını nasıl manipüle ettiğini ve kendi meşruiyetini nasıl sağladığını anlatır. Günümüzde bu süreç, yalnızca geleneksel medya üzerinden işlemez.
Twitter, LinkedIn ve Instagram gibi sosyal medya platformlarında geniş takipçi kitlesine sahip bireyler de bu "rıza imalatı" sürecine hizmet etmektedir. Gerçek bir sistem eleştirisi yerine, popülist ve sembolik düzeyde eleştiriler yaparak geniş kitlelere hitap ederler. Bu şekilde hem muhalif gibi görünür, hem de sistemin radarına takılmadan varlıklarını sürdürürler. Toplum nezdinde etkili olan, Sosyal medya ve diğer platformlarda yüzbinlerce takipçisi olanlar, derin ve esaslı eleştirilerden kaçınarak, mevcut düzenle yüzleşmektense yüzeysel bir muhalefet sergilerler. Bu da toplumsal uyanışı engelleyen en önemli faktörlerden biridir.

2. Servet Sahiplerinin ve Etkili Bireylerin Sessizliği: Çıkarcı İşbirliği
Sistemin meşruiyetini sağlamasında bir diğer önemli unsur, servet sahiplerinin ve toplumun etkili bireylerinin çıkarcı sessizliğidir.
Chomsky'nin "çıkarcı işbirliği" olarak nitelendirdiği bu durum, servet sahibi sınıfların mevcut düzenin sunduğu imtiyazlardan fayda sağladıkları için sistemin politikalarını eleştirmekten kaçınmalarını açıklar.
Bu sadece iş dünyasında değil, aynı zamanda akademi, sağlık, eğitim, hukuk gibi alanlarda da geçerlidir. Toplum üzerinde geniş etkisi olan sosyal medya kullanıcıları, iş dünyası liderleri, akademisyenler ve diğer entelektüeller, sistemin can damarlarını eleştirmektense yüzeysel eleştiriler yaparak varlıklarını sürdürürler.

Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi: “Reis yalnız adaleti değil, ahlakı da her şeyin üstünde tutar.”
Ancak bu kesimler, ahlaki sorumluluğu bir kenara bırakarak çıkarlarını korumak adına yozlaşmış sistemle işbirliği yapar ya da susarak bu çarpık yapının devamına katkı sağlar.
Nurettin Topçu’nun da belirttiği gibi, “Ahlak, insanın vicdanında başlar ve orada biter.”
Ahlaki bozulmanın temelinde, bireylerin vicdanlarından uzaklaşmaları ve menfaatlerinin peşine düşmeleri yatmaktadır. Sistemin yozlaşmasına ses çıkarmayan bu insanlar, ahlaki duruşu terk ederek kendilerini koruma refleksiyle hareket ederler.


3. Göstermelik Muhalefet: Esas Can Damarlarına Basmamak
Chomsky’nin “göstermelik muhalefet” kavramı, Türkiye’deki siyasi ve sosyal yapı üzerinde derin bir etkiye sahiptir.
Görünürde muhalefet edenler, sisteme karşı esaslı bir eleştiriden kaçınarak, sistemin temel dayanaklarına dokunmazlar.
Bu tür bir muhalefet, yüzeysel eleştirilerle yetinir ve gerçek bir sistem değişikliği talebinde bulunmaz.
Muhalefet, popülist söylemlerle geniş kitlelere hitap ederken, derinlemesine bir sistem sorgulamasından uzak durur.
Sadece siyasi aktörler değil, geniş kitleler üzerinde etkisi olan sosyal medya kullanıcıları, akademisyenler, hukukçular ve sağlık profesyonellerine kadar bütün toplumu oluşturan kitleler de bu “göstermelik muhalefet” anlayışını benimsemektedir.
LinkedIn, Twitter gibi platformlarda milyonlarca takipçisi olan kişiler, mevcut düzeni değiştirecek politikalar geliştirmekten kaçınır, yüzeysel eleştirilerle yetinirler.
Bu şekilde hem muhalif görünürler, hem de sistemin radarının dışında kalmayı başarırlar.
Toplumun geniş kesimleri bu türden yanıltıcı eleştirilerle meşgul edilerek, derin bir sistem sorgulamasından uzak tutulur.
Çetin Altan'ın dediği gibi Türk haklı için yolsuzluk ve rüşvet piyango gibidir, itirazı yoktur kenarda piyangonun kendine çıkmasını bekler.
Bu çok uzun yıllardır var olan bir toplumsal olgudur, vergisini kaçıran, çocuğunu torpille işe, okula kaydettirmeyi marifet haline getirmiş bir toplumdan beklenen de budur.
Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 
80 yıl önce Prof. Dr  Fritz Neumark'in "Negatif Seleksiyon" tespiti yaptığı bir toplumun içerisinde yaşıyoruz.

"Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır." 
Prof. Dr. Acar Baltaş

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.”
—Noam Chomsky

Sistemi eleştiren, iyileştirme iddiasında, çabasında bulunanların büyük çoğunluğu  Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, AİHM, Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) Türkiye davalarının detaylarına girip gündem yapamazlar. Danimarka (Dünya adalet endeksinde 1. sırada), Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya, G. Kore, İsveç, İsviçre, Almanya gibi hukukun en önde olduğu ülkelerde özellikle  içinde yaşadıkları ve ses çıkarmadıkları sistemin iddialarına çöpe atan binlerce hukuki kararı niye verdiğini, bunun asıl sistemin çöküşü olup olmadığını irdeleyemezler. Bunu ya çıkardan ya korkudan ya da mahalle dışı buldukları için yaparlar.

Gerçekten Türk toplumunu hukuk, adalet, ahlak ve ekonomik olarak lider hale getirmek isteyenlerin kayıplarına rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu örnektir


4. Sistemik Bozulma ve Hukukun Üstünlüğü Endeksi
Türkiye’nin sistemik bozulmasını anlamak için uluslararası endekslerdeki gerilemeye bakmak yeterlidir.
2014 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 59. sırada yer alan Türkiye, 2023 yılına gelindiğinde 148. sıraya kadar gerilemiştir.
Aynı şekilde, Yolsuzluk Algı Endeksi’nde de ciddi bir düşüş yaşanmıştır; 2013 yılında 53. sırada olan Türkiye, 2023 yılında 115. sıraya düşmüştür.
Bu göstergeler, Türkiye’de adaletin ve hukukun nasıl sistematik olarak zayıfladığını gözler önüne sermektedir.

Necip Fazıl’ın ahlaka dair sözleri bu tabloyu daha da anlamlı kılar: “Ahlak, kanunlarla değil, insan ruhuyla hükmeder.”
Türkiye’de yaşanan bu bozulma, sadece hukukun değil, aynı zamanda ahlaki değerlerin de aşınması ile ilgilidir.
Nurettin Topçu'nun uyarıları ise oldukça yerinde bir özet sunar: “Ahlakın olmadığı yerde hiçbir düzen, hiçbir sistem uzun süre yaşayamaz.”
Türkiye’deki adaletsizlikler ve yolsuzluklar, ahlaki değerlerin erozyona uğradığı bir ortamda kökleşmiştir.
Ahlakın yitirildiği bir toplumda, sadece hukuk değil, toplumsal bütünlük de zarar görür.

Sonuç
Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal yapıyı anlamak için Noam Chomsky’nin “rıza imalatı”, “çıkarcı işbirliği” ve “göstermelik muhalefet” kavramları oldukça işlevseldir. İktidar, medya ve iş dünyası aracılığıyla toplumsal rızayı imal ederken, sosyal medya fenomenleri popülist söylemlerle sistemin devamına hizmet etmektedir. Servet sahipleri ve etkili bireyler, çıkarlarını koruma adına sisteme karşı gerçek bir eleştiri getirmezken, muhalefet yüzeysel eleştirilerle yetinmektedir.

Necip Fazıl Kısakürek ve Nurettin Topçu’nun ahlaka dair uyarıları, bu sistemik bozulmanın temelini gözler önüne sermektedir. Gerçek değişim için, ahlaki değerlere dayalı köklü bir sistem eleştirisi ve reformlar gerekmektedir. Bu değişim, sadece hukukla değil, toplumun ruhunda, vicdanında köklü bir dönüşümü de beraberinde getirmelidir. Ancak bu şekilde Türkiye, adaletin, ahlakın ve hukuk düzeninin tekrar yükseldiği bir ülke haline gelebilir.

Göstermelik muhalefet ve Rıza imalatı

Bir ülkede siyasi iktidar yolsuzluklarla anılırken, servet sahiplerinin ve toplumun tanınan isimlerinin bu duruma sessiz kalması; hatta kimi zaman iktidarla işbirliği yaparak güç ilişkilerini sürdürmesi, Noam Chomsky’nin “rıza imalatı” ve “sistemik işbirliği” kavramlarıyla açıklanabilir. 

1. Rıza İmalatı: İktidarın Meşrulaştırılması

Noam Chomsky, “rıza imalatı” kavramını açıklarken, iktidarın halkın algısını manipüle ederek nasıl kendi konumunu meşrulaştırdığını ortaya koyar. Bu süreçte medya, iş dünyası ve diğer etkili kesimlerin işbirliğiyle, yozlaşmış ve baskıcı bir yönetim bile halkın gözünde normalleştirilebilir. 

İktidar, büyük medya organlarını ya doğrudan kontrol ederek ya da dolaylı biçimde baskı uygulayarak, medyayı kendi çıkarlarına hizmet eden bir araç haline getirmiştir. Medya, yolsuzluk iddialarını ya görmezden gelir ya da üstünü örterek iktidarın söylemini halka yayar. Bu süreçte bazı medya organları, hükümet yetkililerine yönelik ağır yolsuzluk iddialarını ya hiç gündeme getirmez ya da iktidarın çizdiği çerçevede sunarak halkın algısını yönlendirmeye çalışır..

Chomsky’nin analizine göre, böylesi bir ortamda halk, “gerçek muhalefet”ten uzaklaştırılır ve iktidarın oluşturduğu yanılsamalarla meşgul edilir. Medyanın iktidarın propagandasını yaparak, muhalif sesleri bastırması, toplumsal rızanın imal edilmesinin bir parçasıdır.

2. Servet Sahiplerinin Sessizliği: Çıkarcı İşbirliği

Bir diğer önemli unsur, servet sahibi sınıfların ve iş dünyasının, yozlaşmış yönetimlere karşı sessiz kalmaları ya da çıkarlarını koruma adına onlarla işbirliği yapmalarıdır. 

Yine Chomsky’nin analizine göre, bu durum “sınıfsal işbirliği” ya da “çıkarcı sessizlik” olarak açıklanabilir. Servet sahibi sınıflar, mevcut düzenin sunduğu imtiyazlardan fayda sağladıkları için, iktidarın politikalarını eleştirmekten kaçınır, hatta zaman zaman bu politikaları meşrulaştıran söylemlerin parçası olurlar.

3. Göstermelik Muhalefet: Esas Can Damarlarına Basmamak

Chomsky’ye göre, muhalefet bazı durumlarda yüzeysel eleştirilerle yetinir ve iktidarın esas çıkarlarına dokunmaz. Bu tür bir muhalefet, görünürde iktidara karşıymış gibi durur, ancak sistemin temel yapılarını sorgulamaz. Bazı siyasi ve ekonomik aktörler, iktidarı eleştirir gibi görünse de, esas olarak iktidarın en büyük dayanaklarına fazla dokunmazlar.

Bu bağlamda, muhalefetin büyük sermaye gruplarına yönelik eleştirileri sınırlı kalırken, sistemin kendisi eleştiri dışı bırakılır. Bu, iktidarın ekonomi politikaları ya da medya üzerindeki kontrolü gibi konuların ancak yüzeysel olarak tartışılmasıyla sonuçlanır. Muhalefet, halka yönelik popülist söylemler geliştirse de, mevcut düzeni köklü biçimde değiştirecek politikalardan uzak durur.

Örneğin, bazı muhalif siyasi partilerin, büyük sermaye gruplarına yönelik eleştirilerinin sınırlı olması ve daha çok günlük politik tartışmalar üzerinde yoğunlaşması, Chomsky’nin “göstermelik muhalefet” kavramına uyan bir durumu işaret eder. Gerçek değişim için köklü bir sistem eleştirisi gerekirken, muhalefet sadece sembolik düzeyde eleştiri yapmakla yetinir.

Sonuç: Sistemik Rıza ve Oligarşik Düzen

Yolsuzluk ve baskı, bu ittifaklar sayesinde meşrulaştırılır ve toplumun geniş kesimleri üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılır. Medya, iktidarın söylemini yayarken, servet sahipleri ve iş dünyası, bu düzenden faydalandıkları sürece sessiz kalmayı ya da iktidarla işbirliği yapmayı tercih eder.

Bu yapısal işbirliği, Chomsky’nin “rıza imalatı” teorisiyle örtüşen bir süreçtir. Gerçek muhalefetin sesi bastırılırken, göstermelik muhalefetle iktidarın çıkarları korunur. Sonuç olarak, siyasal düzen, hem medya hem de sermaye tarafından desteklenen bir oligarşi haline gelir. Bu durum, demokratik bir toplumda olması gereken denetleme ve hesap verme mekanizmalarının işlevsiz hale gelmesine neden olur ve sistemin köklü değişiklikler olmadan devam etmesini sağlar.

Bu tablo şöyle özetlenebilir: İktidar, servet sahipleri ve medyanın işbirliği, halkın gözünde meşruiyetini koruyarak, yapısal bir rıza imalatı süreciyle siyasal ve ekonomik elitlerin çıkarlarına hizmet eden bir düzen yaratır.

21 Eylül 2024 Cumartesi

Bilgisizlik Sözleşmesi: Görmedim, Duymadım, Bana Ne; Otorite Diyorsa, Vardır Bir Bildiği

 Melissa Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” (ignorance contract) kavramı, özellikle toplumların belirli bilgileri, gerçekleri veya adaletsizlikleri bilmemeyi ya da görmezden gelmeyi tercih etmesi üzerine odaklanır. Bu kavram, genellikle egemen grupların, hak ihlalleri veya baskı sistemlerine dair sorumluluğu üstlenmemek ya da bu sorunlarla yüzleşmemek amacıyla oluşturduğu bilinçli bir “bilgi boşluğu” yaratma eğilimini tarif eder. Steyn’in perspektifi, bu tür bilgisizliklerin toplumsal ve siyasal düzenin devamını sağlamak için kasıtlı olarak sürdürüldüğünü vurgular.

Augusto Pinochet’in Şili’deki diktatörlüğü, bu kavramı açıklamak için güçlü bir örnektir. 1973-1990 yılları arasında Pinochet rejimi, insan hakları ihlalleri, işkence, zorla kaybetmeler ve siyasi muhaliflere yönelik baskılarla tanındı. Ancak bu dönemde birçok Şilili, ya rejimin yaptıklarını bilmemeyi seçti ya da hükümetin baskı politikalarını meşrulaştıran söylemleri kabul etti. Özellikle Pinochet’in ekonomik reformlarının başarılarına odaklanarak insan hakları ihlallerini görmezden gelen bir kesim vardı. “Bilgisizlik sözleşmesi” burada, halkın bir bölümünün baskı ve zulümle ilgili sorumluluk hissetmemesini, otoriteye güvenerek "mutlaka bir bildikleri vardır" düşüncesiyle hareket etmesini simgeler. Bu, Steyn’in kavramı ile örtüşür; çünkü insanlar, rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmek yerine, rejimin güvenlik veya refah sağladığını düşündükleri alanlara odaklanmayı tercih ettiler.

Dünyadan Diğer Örnekler

  1. Güney Afrika Apartheid Rejimi: Apartheid dönemi Güney Afrika'sında beyazlar, siyahların maruz kaldığı ırk ayrımcılığı, baskı ve şiddeti bilmemeyi ya da bu durumu meşrulaştıran söylemleri kabul etmeyi tercih ettiler. Beyaz nüfusun büyük bir bölümü, devletin uyguladığı ayrımcılığı sorgulamadı ve kendi refahlarını devam ettirmek adına bu sistemin sürmesine sessiz kaldı. Bu da Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramının bir örneği olarak görülebilir.

  2. Nazi Almanyası: Adolf Hitler’in Nazi rejimi döneminde, Almanya’da birçok insan Yahudilere ve diğer azınlıklara karşı yapılan soykırımı bilmemeyi veya “görmemeyi” seçti. Nazi rejiminin propaganda ve baskısı altında yaşayan Alman halkının büyük bir kısmı, Holokost hakkında bilgileri olmasına rağmen, ya bunu meşru gördü ya da görmezden geldi. Toplumun önemli bir kesimi, hükümetin söylemlerine uyarak otoritenin bu politikalarının gerekçeli olduğuna inanmayı tercih etti. Bu da "bilgisizlik sözleşmesi"nin başka bir örneğidir.

  3. ABD’de Irksal Eşitsizlik ve Sistemik Irkçılık: ABD’de uzun yıllar boyunca beyazların büyük bir bölümü, siyah Amerikalıların maruz kaldığı ırksal eşitsizlik ve ayrımcılığı görmezden geldi veya bilmemeyi tercih etti. Özellikle Jim Crow yasaları ve kölelik sonrası dönemde, beyazlar ırk ayrımcılığı ve şiddetin sürmesine, kendi sosyal ve ekonomik avantajlarını kaybetmemek için sessiz kaldı. Hatta günümüzde bile, birçok kişi, “bilgisizlik sözleşmesi” çerçevesinde, sistemik ırkçılığı reddetmeyi veya bu konuda duyarsız kalmayı sürdürüyor.

Türkiye'deki durumu değerlendirmeyi size bırakıyorum.  6-7 Eylül olayları, Kürt vatandaşalralın durumu ve KHK meselesine bakın

16 Eylül 2024 Pazartesi

Barabbas Toplumu: Bilgisizlik Sözleşmesine Uyan Toplumlar İçin Bir Sonraki Aşama

Melissa Steyn'in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, Güney Afrika’nın apartheid döneminde beyazların gönüllü olarak baskı rejimini görmezden gelmelerini ve bu durumdan fayda sağlamalarını tarif ederken, bireylerin ve toplumların sorumluluklarını sorgulayan güçlü bir eleştiridir. Steyn’e göre, bu tür bir bilgisizlik, aslında bilginin ve farkındalığın bastırılmasını içerir; beyaz toplumlar kendi ayrıcalıklarını korumak için siyahların çektiği acıları görmezden gelirler. Ancak, toplumsal değişim ve adalet arayışı, bu gönüllü körlüğün aşılmasını gerektirir.

Bu bağlamda Barabbas olayı, adalet, suç, sorumluluk ve halkın tercihleri gibi kavramlar etrafında dönen tarihsel ve dini bir vaka olarak bilgisizlik sözleşmesine uyan toplumlar için önemli bir ayna işlevi görebilir. Bu olay, toplumsal körlüğün ve sorumluluktan kaçınmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini ve halkın tercihlerini nasıl manipüle edebileceğini ortaya koyar.

Bilgisizlik Sözleşmesi: Güney Afrika'da Beyazların Gönüllü Körlüğü:

Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, apartheid rejiminin beyaz halkın bilinci üzerinde nasıl bir etki yarattığını açıklamaya çalışır. Apartheid döneminde beyazlar, siyahların sistematik olarak ayrımcılığa, baskıya ve şiddete maruz kaldığını bilseler de, bu gerçeği göz ardı ederek kendi ayrıcalıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu gönüllü cehalet, beyaz üstünlüğüne dayalı düzenin devam etmesine olanak sağlamış ve apartheid rejiminin sürdürülmesinde temel bir rol oynamıştır.

Bu bağlamda, bilgisizlik bir savunma mekanizması olarak işler; beyazlar apartheid'ın adaletsizliklerine gözlerini kapayarak kendi ayrıcalıklı konumlarını korumuşlardır. Steyn, bu durumu bir sözleşme olarak tanımlar çünkü beyazlar toplu olarak bu körlüğü benimsemiş ve bu düzenin sürmesine katkıda bulunmuştur.

Barabbas Olayı ve Toplumsal Körlük:

Barabbas olayı, İncil'de Yahudi halkının, suçsuz olan İsa'yı değil, suçlu Barabbas'ı serbest bırakmayı tercih etmesiyle sonuçlanan bir seçim olarak anlatılır. Bu olay, halkın bilerek yanlış bir tercihte bulunabileceğini, toplumsal körlük ve manipülasyonun nasıl işleyebileceğini gösteren güçlü bir metafordur. Yahudi halkı, dini liderlerinin ve o dönemin siyasi düzeninin etkisiyle, suçsuz İsa yerine suçlu Barabbas'ı seçer. Bu seçim, halkın toplumsal adaletsizliği nasıl meşrulaştırılabileceğini gözler önüne serer.

Bu bağlamda Barabbas olayı, Steyn’in bilgisizlik sözleşmesi kavramıyla benzer bir işlev görür. Toplumun bir kesimi, bilgi ve farkındalık sahibi olduğu halde adaletsiz bir tercihte bulunur; suçlu olan affedilirken suçsuz olan cezalandırılır. Bu olayda da tıpkı apartheid Güney Afrika’sındaki gibi, toplumsal düzeni sürdüren bir körlük söz konusudur.

Barabbas Olayı ve Apartheid Dönemi Beyaz Toplumunun Sorumluluğu:

Apartheid döneminde beyaz toplum, sistemin siyah halk üzerindeki yıkıcı etkilerini bilmesine rağmen, bu durumdan fayda sağlamaya devam etti. Barabbas olayı, bu tür toplumsal körlüğü ve sorumluluktan kaçınmayı simgeler. Beyazların ayrıcalıklarını sürdürmek için gerçekleri görmezden gelmeleri, bir anlamda suçlu Barabbas’ı serbest bırakmaya benzer bir durumdur. Suç ve sorumluluk arasındaki sınırların bulanıklaştığı bu olayda, beyaz toplum, tıpkı Barabbas’ın affedilmesi gibi, apartheid’ın adaletsizliğini sürdürmeye gönüllü olmuştur.

Steyn’in bilgisizlik sözleşmesi kavramı, Barabbas olayındaki gibi bir toplumsal sorumluluktan kaçınma durumunu eleştirir. Bu tür bir cehalet, aslında bilinçli bir tercihtir ve toplumsal adaletsizliğin sürmesine katkıda bulunur. Beyazların apartheid rejimini görmezden gelmesi, suça ortak olmanın bir başka yoludur ve bu suç, sadece siyah halkı değil, aynı zamanda beyaz toplumun vicdanını da etkileyen bir durumdur.

Toplumlar eğer bilgisizlik sözleşmesine uyum safhasıda ise sonrasında  Barabbas  topluma olmaya yakındır demektir!

Bilgisizlik Sözleşmesi

 Melissa Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramını Güney Afrika bağlamında kullanması, özellikle Apartheid rejimi sırasında beyazların sergilediği gönüllü körlüğü tarif etmek için son derece yerinde bir analizdir. Apartheid, 1948-1994 yılları arasında uygulanan, ırksal ayrımcılığı kurumsallaştıran bir sistem olarak, siyah Güney Afrikalıların haklarını ellerinden alan bir baskı düzeniydi. Ancak bu baskı düzeni yalnızca yasalarla veya polis gücüyle ayakta kalmadı; beyaz Güney Afrikalıların büyük bir kısmı, rejimin işlediği insanlık dışı uygulamaları görmezden gelerek bu sistemi sürdürülebilir kıldı.

“Bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, bu gönüllü körlüğü, sessizliği ve pasif direnişin eksikliğini tanımlıyor. Rejimler, varlıklarını sürdürebilmek için sadece aktif destekçilerine değil, aynı zamanda sessiz çoğunluğun kayıtsızlığına da ihtiyaç duyar. Bu durumda, sıradan vatandaşlar, sistemin haksızlıklarını açıkça desteklemiyor olabilir, fakat ses çıkarmamaları, sorgulamamaları, direnmeleri gerektiği noktada gözlerini kapatmaları, rejimin zulmünü sürdürebilmesine zemin hazırlar. Bu, bir tür yazılmamış ve herkesin farkında olduğu bir toplumsal mutabakat gibi işleyerek, rejimin devamlılığını sağlar.

Apartheid döneminde de sıradan beyaz Güney Afrikalılar, rejimin siyahlara karşı uyguladığı şiddeti, ayrımcılığı ve sistematik baskıyı bilmezden geldiler. Bu "bilgisizlik sözleşmesi" onların bireysel olarak aktif bir katılımını gerektirmiyordu. Rejimin doğrudan bir parçası değillerdi; sadece susuyor, olan biteni görmezden geliyorlardı. Bu gönüllü sessizlik, onlara rejimin sunduğu ayrıcalıklardan faydalanma imkanı tanıyordu: siyah işçilerden ucuz iş gücü sağlama, eğitimde ve ekonomik fırsatlarda öncelik elde etme gibi. Vicdanlarının sustuğu yerde, toplumsal refahtan pay alıyorlardı.

Steyn'in bu kavramı kullandığı bağlam, yalnızca Güney Afrika ile sınırlı değil, dünya genelinde baskıcı rejimlerin ve toplumsal sessizliğin nasıl işlediğini anlamak için evrensel bir perspektif sunar. Örneğin, 1980 Türkiye darbesi ve 15 Temmuz sonrası, Şili’deki Pinochet rejimi, İspanya’daki Franco diktatörlüğü ya da Nazi Almanyası gibi örnekler de aynı mantık çerçevesinde değerlendirilir. Bu rejimlerin güçlü görünmelerinin temel nedeni, sadece silahlı kuvvetleri ya da baskı araçları değildir; esas güç, toplumsal olarak suskun kalan, rejime direnmeyi reddeden halktan gelir.

Almanya'daki Nazi döneminde sıkça kullanılan “Bir Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 Alman varsa, o masada 11 Nazi vardır” sözü de bu durumu hicveden bir örnektir. Bu söz, sessizliğin ve kayıtsızlığın suç ortağı olduğunu acı bir şekilde ortaya koyar. Yani sessiz kalmak, bu tür rejimlerin devam etmesine dolaylı olarak katkıda bulunmaktır. Ses çıkarmamak, haksızlıkları meşru kılmak anlamına gelir.

Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” olarak adlandırdığı bu kavram, yalnızca bir pasiflik değil, aynı zamanda aktif bir işbirliği biçimidir. Bu, sessiz kalanların da suç ortağı olduğu anlamına gelir. Onlar haksızlıklar karşısında susarak, düzenin tüm avantajlarından faydalanarak, vicdanlarını susturur ve zulmün devam etmesine katkıda bulunurlar. Bu yüzden, bu sözleşme toplumu ikiye böler: baskıyı uygulayanlar ve bu baskıyı sessizlikle onaylayanlar.

Sonuç olarak, Melissa Steyn'in "bilgisizlik sözleşmesi" kavramı, bir rejimi eleştirmek kadar, toplumun suskunluğunun da eleştirisi olarak okunmalıdır. Toplumsal adaletin sağlanması için, haksızlıklar karşısında susmamak ve gönüllü körlüğü terk etmek gereklidir.

14 Eylül 2024 Cumartesi

Türk Muhalifinin Durumu


Türkiye'de gerçekten muhalif olursan hayatından, özgürlüğünden, konfor alanından, maddi manevi zenginliğinizden kaybedersiniz. Tıpkı şu anda yüz binlercesi sayılabilecek aşağıdaki örneklerde olduğu gibi

Ahmet  Altan- Yıllarca hapis yattı 

Zülfü Livaneli - Müzikal sanatçı, yazar ve siyasi aktivist, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etti. 1984'te vatandaşlığı geri alındı.

Cem Karaca - Ünlü rock müzik sanatçısı ve söz yazarı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle ülkesini terk etti ve daha sonra vatandaşlığı geri alındı.

Selda Bağcan - Ünlü folk müzik sanatçısı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

 Ahmet Kaya - Ünlü Türk pop müzik sanatçısı, 1990'larda siyasi ifadeleri nedeniyle baskı altında kaldı ve 2000'de Fransa'ya göç etti.

 Aziz Nesin - Edebiyatçı ve gazeteci, 1940'larda basın tarihçesi olarak yayınlanan bir makalesi nedeniyle bir süre hapse atıldı ve daha sonra vatandaşlığından men edildi.

 Nazım Hikmet - Ünlü şair, birçok kez hapse atıldı ve sonunda 1950'lerde Sovyetler Birliği'ne sığınarak Türkiye'yi terk etti.

 İlhan Selçuk - Gazeteci ve yazar, 1980'lerde bir dönem vatandaşlığından men edildi ve daha sonra ülkesini bir süreliğine terk etti.

 Orhan Pamuk - Nobel ödüllü yazar, 2005 yılında Türkiye'deki Türklerin ve Ermenilerin soykırımından bahsettiği için hakaret davasına karşı kesinlikle kendini savundu, bu durum bazıları tarafından ülkeyi terk etmeye zorlanmış olarak görüldü.

 Fikret Kızılok - Ünlü rock müzik sanatçısı, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Can Dündar - Gazeteci ve yazar, 2016 yılında Cumhuriyet gazetesi'nin editörü olarak hapis cezası aldı ve daha sonra ülkesini terk etti.

Ferhat Tunç: Sanatçı ve aktivist Ferhat Tunç, ifade özgürlüğü ve Kürt sorunu konusundaki görüşleri nedeniyle birçok kez yargılandı ve 2018 yılında Almanya'ya gitmek zorunda kaldı. Tunç, Türkiye'ye dönme özlemiyle Almanya'da yaşamaya devam ediyor.

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan: 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından idam edilen bu üç siyasetçi, darbeyle görevden alınıp yargılandıktan sonra infaz edildiler ve dolaylı olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Yılmaz Güney: Ünlü aktör ve yönetmen, siyasi faaliyetleri ve filmlerindeki politik mesajlar nedeniyle defalarca tutuklandı. 1981'de cezaevinden kaçarak Fransa'ya sığındı ve burada hayatını kaybetti.

Hasan Cemal: Gazeteci ve yazar, Kürt sorunu ve diğer siyasi konular üzerine yazıları nedeniyle sürekli yargılandı ve baskı gördü. Bir dönem yurt dışında yaşamak zorunda kaldı.

Eğer muhalif ve bundan zarar görmüyorsa aşağıda tespitlere dikkat!!

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.”

—Noam Chomsky

Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında diyor ki:

Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir. 

"Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız."


Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:

“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye açıklamıştı, gerçekten öyle sıra çok kalabalık ve her eleştirdikçe sırada bekleyenlerden düşman kazandım.

Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 

"Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar."

Kemal Tahir

"Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz".

Marcus Aurelius



8 Eylül 2024 Pazar

Hiçbir Şey Yapmayarak da Adaletsizlik Yapabilirsiniz!

 İnanılmaz ama gerçek!

Yıllardır uyardığım her şey, maalesef birer birer gerçekleşiyor. "Böyle giderse geri dönüşü olmayacak" dediğim olaylar artık sıradan hale geldi. Biz belki ülke içinden bu haberleri pek umursamıyoruz ama dünya bizi izliyor. Ve dışarıda, Türkiye ve Türk insanı hakkında neler düşündükleri işte tam da bu tarz olaylarla şekilleniyor. 

"Dilan Polat" olayı hadi ülke içinde, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: Türkiye'de verilen yargı kararlarının yüzde 99'u geçersizdir” tespitini de umursamıyoruz bu son olay? Belçika Devleti, Türk mafyasının Cumhurbaşkanlığı forsu astığı 2 villayı ele geçirdi. Evet, yanlış duymadınız! Villa tam 15 bin metrekarelik alanda ve toplamda 72 milyon Euro değerinde varlığa el koyulmuş. Villada bir de konsey odası varmış, hafta içinde satışa çıkarılıyor!

Buna benzer sayılamayacak kadar çok olay bulabilirsiniz mesela "Interpol kırmızı bültenle arıyordu: İsveç'te bir uyuşturucu çetesini yöneten cinayet zanlısı Adana'da yakalandı" gibi.

İşte durum bu kadar vahim! Dünyada böyle haberlerle anılmak bizi nerelere götürecek? Dışarıdaki algı çok önemli, ama ne yapıyoruz bu konuda? Maalesef pek bir şey değil...

Onlarca yıldır insanlarla düşman olma pahasına bak böyle yaparsanız başınıza gelir dediğim her şey sıradanlaştı. Bu eleştirileri yaparken insanların düşman olacağını biliyordum çünkü 

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında anlatıyordu:

Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir. 

"Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız."

Ben onaylamadım, ne olduğunu tahmin edersiniz. Konuyu uzatmadan 2014 ve 2017 ve 2018 yılında yazdığım üç makaleyi paylaşayım.

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2014/07/gelistirme-kulturu-mu-rant-kulturu-mu.html

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2017/02/hep-isin-geyigini-yapyoruz-ar-ge.html

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2019/09/kendi-ayagmza-sktk.html

Prof. Dr. Acar Baltaş 

"Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır."

Bilenler bilir, benim şikayetim sisteme dahil olamamaktan değil, herkes Acar Baltaş'ın dediği gibi sisteme dahil olmak isterken de bu sıraya girenleri öteden beri ciddi eleştiriyorum.

Bunu da Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:

“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye açıklamıştı, gerçekten öyle sıra çok kalabalık ve her eleştirdikçe sırada bekleyenlerden düşman kazandım.

Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 

"Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar."

Kemal Tahir

"Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz".

Marcus Aurelius

Benim eleştirilerim Türkiye'deki alışılmış ve beklenen eleştiri ve muhalefetin dışında ve daha sertti çünkü işin buraya geleceğini görüyordum ve mış gibi de yapmak istemiyordum.

Bizim ülkemizde zengin olmak, para kazanmak, terfi etmek, yükselmek, çok beğenilmek, çok seyredilmek, çok takip edilmek istiyorsanız halkın istediklerini vermelisiniz Halkın ne istediğini de Çetin Altan ve Prof. Acar Baltaş yukarıda açıkça ifade etmiş. 

Muhalefet etmenin (Burada sadece siyasi muhalefetten bahsetmiyorum) şartları da aynı. Hatta bu konu ile ilgili Noam Chomsky

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” diyor. 

Ülkemizde muhalefet edenlerin çok çok büyük kısmı ya bilerek, ya da sistemin oluşturduğu güvenlik ve konfor alanını tehdit altında algılama refleksiyle Türkiye, 2014 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksinde 59. sırada yer alırken. 2023 de 148., Yolsuzluk Algı Endeksinde 2013 yılında 53. sıradayken, 2023 de 115., 2013 yılında Küresel Rekabetçilik Endeksinde 44. sırada iken 2023 de 81. sıraya düşüren olaylar neler? diye sorup peşinden gidemez. Danimarka, Kanada, İsveç, İsviçre, Norveç, Finlandiya, Almanya, Amerika, Singapur, G. Kore, Japonya gibi gelişmiş hiçbir ülkede suç olmayan on binlerce dava nasıl bizde suç olup insanların hayatı karartılır? Veya tam tersi oralarda suç veya idari ceza, istifa veya işten uzaklaştırma gerektiren işler burada aynı sonucu vermez? diye işin üzerine gidemez. Anayasa Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, AİHM, Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) Türkiye davalarının detaylarına girip gündem yapamazlar.  Bunu ya çıkardan ya korkudan ya da mahalle dışı buldukları için yaparlar.

Halka rağmen halkın menfaatine işler yapmanın faturasını rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu aşağıda kaynağını verdiğim konuşmasında "dürüst olduğum için oy vermeyen ve beni seven seçmen" konuşmasında anlatıyor

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2023/03/depremin-hatrlattklar-ahlak.html

Bunu zaten sistem herkese iliklerine kadar işlettiği için bu artık refleks olarak uzak durulan bir şeydir.

Çok az deli bunu dener.

Ülkemizdeki bu durum yeni de değil

“Kimin eteğini öptünüz de ağzınız lezzet buldu?

Kimin ayağına kapandınız da başınız göğe erdi? Dudaklarınız tuzlu tuzlu çuhalara yapıştıkça şeker mi peyda oluyor?

Yüzünüz terli terli sahtiyanlara (kunduralara) dokundukça burnunuza mis kokusu mu geliyor?...”

 Namık Kemal

Ne düşünüyorsunuz? Sizce dış dünyada nasıl anılıyoruz? Daha da önemlisi tamamen içe mi kapandık? Dünyadan koptuk mu?