Bu Blogda Ara

16 Eylül 2024 Pazartesi

Bilgisizlik Sözleşmesi

 Melissa Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramını Güney Afrika bağlamında kullanması, özellikle Apartheid rejimi sırasında beyazların sergilediği gönüllü körlüğü tarif etmek için son derece yerinde bir analizdir. Apartheid, 1948-1994 yılları arasında uygulanan, ırksal ayrımcılığı kurumsallaştıran bir sistem olarak, siyah Güney Afrikalıların haklarını ellerinden alan bir baskı düzeniydi. Ancak bu baskı düzeni yalnızca yasalarla veya polis gücüyle ayakta kalmadı; beyaz Güney Afrikalıların büyük bir kısmı, rejimin işlediği insanlık dışı uygulamaları görmezden gelerek bu sistemi sürdürülebilir kıldı.

“Bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, bu gönüllü körlüğü, sessizliği ve pasif direnişin eksikliğini tanımlıyor. Rejimler, varlıklarını sürdürebilmek için sadece aktif destekçilerine değil, aynı zamanda sessiz çoğunluğun kayıtsızlığına da ihtiyaç duyar. Bu durumda, sıradan vatandaşlar, sistemin haksızlıklarını açıkça desteklemiyor olabilir, fakat ses çıkarmamaları, sorgulamamaları, direnmeleri gerektiği noktada gözlerini kapatmaları, rejimin zulmünü sürdürebilmesine zemin hazırlar. Bu, bir tür yazılmamış ve herkesin farkında olduğu bir toplumsal mutabakat gibi işleyerek, rejimin devamlılığını sağlar.

Apartheid döneminde de sıradan beyaz Güney Afrikalılar, rejimin siyahlara karşı uyguladığı şiddeti, ayrımcılığı ve sistematik baskıyı bilmezden geldiler. Bu "bilgisizlik sözleşmesi" onların bireysel olarak aktif bir katılımını gerektirmiyordu. Rejimin doğrudan bir parçası değillerdi; sadece susuyor, olan biteni görmezden geliyorlardı. Bu gönüllü sessizlik, onlara rejimin sunduğu ayrıcalıklardan faydalanma imkanı tanıyordu: siyah işçilerden ucuz iş gücü sağlama, eğitimde ve ekonomik fırsatlarda öncelik elde etme gibi. Vicdanlarının sustuğu yerde, toplumsal refahtan pay alıyorlardı.

Steyn'in bu kavramı kullandığı bağlam, yalnızca Güney Afrika ile sınırlı değil, dünya genelinde baskıcı rejimlerin ve toplumsal sessizliğin nasıl işlediğini anlamak için evrensel bir perspektif sunar. Örneğin, 1980 Türkiye darbesi ve 15 Temmuz sonrası, Şili’deki Pinochet rejimi, İspanya’daki Franco diktatörlüğü ya da Nazi Almanyası gibi örnekler de aynı mantık çerçevesinde değerlendirilir. Bu rejimlerin güçlü görünmelerinin temel nedeni, sadece silahlı kuvvetleri ya da baskı araçları değildir; esas güç, toplumsal olarak suskun kalan, rejime direnmeyi reddeden halktan gelir.

Almanya'daki Nazi döneminde sıkça kullanılan “Bir Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 Alman varsa, o masada 11 Nazi vardır” sözü de bu durumu hicveden bir örnektir. Bu söz, sessizliğin ve kayıtsızlığın suç ortağı olduğunu acı bir şekilde ortaya koyar. Yani sessiz kalmak, bu tür rejimlerin devam etmesine dolaylı olarak katkıda bulunmaktır. Ses çıkarmamak, haksızlıkları meşru kılmak anlamına gelir.

Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” olarak adlandırdığı bu kavram, yalnızca bir pasiflik değil, aynı zamanda aktif bir işbirliği biçimidir. Bu, sessiz kalanların da suç ortağı olduğu anlamına gelir. Onlar haksızlıklar karşısında susarak, düzenin tüm avantajlarından faydalanarak, vicdanlarını susturur ve zulmün devam etmesine katkıda bulunurlar. Bu yüzden, bu sözleşme toplumu ikiye böler: baskıyı uygulayanlar ve bu baskıyı sessizlikle onaylayanlar.

Sonuç olarak, Melissa Steyn'in "bilgisizlik sözleşmesi" kavramı, bir rejimi eleştirmek kadar, toplumun suskunluğunun da eleştirisi olarak okunmalıdır. Toplumsal adaletin sağlanması için, haksızlıklar karşısında susmamak ve gönüllü körlüğü terk etmek gereklidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder