Bu Blogda Ara

19 Ekim 2024 Cumartesi

Bu Topraklar: Coğrafya Kaderdir

 Uzun zamandır rüşvetin, yolsuzluğun, adam kayırmanın ve işin ehline verilmemesinin bu topraklarda bir piyango gibi görüldüğüne tanık oluyoruz. Çetin Altan, bunu yıllar önce söylediğinde belki bu kadar yaygın değildi, ama ruhu belliydi. Halk, rüşveti artık bir suç değil, “şans” olarak görmeye başladı.

“Bana da çıkar” umuduyla bekleyenlerin sessizliği, aslında kötülüğün kök salmasına en büyük katkıyı sağladı. Adaleti değil, adaletsizlikten pay almayı umar hale geldiler. Yolsuzluk, bu sistemin yağlı çarkı. Çarkın içine girersen yağlanırsın, dışarıda kalırsan şikâyet edersin. Aslında herkes bir şekilde o çarkın içinde yer almayı bekliyor, sadece sırası gelmeyenler beklemekte.

Her gün duyduğumuz kötülük, ahlaksızlık, suç, artık kimseyi şaşırtmıyor. Şaşırma yetimizi kaybettik. Murat Ağırel’in yazdığı son olay, bu yozlaşmış düzenin geldiği noktayı gösteriyor: Bir hâkim, mahkemenin emanetindeki uyuşturucuyu alıyor, başsavcı vekili ve başka bir hâkimle adliyede âlem yapıyor, ardından cinsel ilişkiye giriyorlar. Ve asıl skandal şu ki, bu olayları soruşturması gereken başsavcı bir uyuşturucu baronu çıkıyor.

Bununla da bitmiyor. Para için özel hastanelerde yeni doğmuş bebeklerin öldürüldüğü haberleri... Bu kadar ahlaksızlık nasıl normalleşir? Sebebi çok eski ve köklü bir zihniyette saklı. Çetin Altan 2015 yılında Çınar Oskay’a verdiği röportajda bu zihniyeti özetlemişti: “Yolsuzluğu piyango gibi görüyorlar. 'Bana da çıkar' diyorlar. Yolsuzluğun bitmesini istemiyorlar, çünkü yolsuzluktan pay almak istiyorlar.”

Bu ülkede görünürde herkes rüşvetten şikâyet eder, ama gerçek şudur: Çoğu insan, rüşvetin varlığından değil, kendisinin pay alamamış olmasından şikâyetçidir. Hatta bazen şikâyet edenler bile bu çarkın bir parçasıdır. Gösteriş olsun diye karşı çıkıyor gibi yaparlar, ama fırsatını bulduklarında o çarkın içinde kaybolurlar. Acar Baltaş bunu çok güzel anlatır: “Rüşveti eleştirirler, ama aslında esas dertleri, rüşvet çarkına dahil olamamalarından kaynaklanır.”

Bazı insanlar sistemi eleştirir, ama aslında tıpkı Martin Niemöller’in dediği gibi, tehlike onlara ulaşana kadar susarlar:

“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

Bir başka grup ise Noam Chomsky'nin tarif ettiği o sinsi oyunun içindedir:

“İnsanları etkisiz ve itaatkâr kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı bir tolerans göstermekten geçer. Ama bu alan içinde tartışmalar sürekli canlı tutulur ki insanlar kendilerini özgür sanıp aslında sistemin sınırları içinde kalırlar.”

Gerçekleri söylemenin ve doğruluktan şaşmamanın bedelini ise Arman Kırım, “Mor İneğin Akıllısı” kitabında şöyle anlatır:

“Ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmakla itham edildim. Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: Eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz. Onların stratejilerini doğrulayacak, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız.”

İşte bu yüzden Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşadığı anekdot, Türkiye’nin gerçeğini özetler:

“Bir gün birileri bana dedi ki: Başkanım, insanlar sizin dürüstlüğünüzden bahsediyor, ama sonunda ‘Bu kadar dürüst biri iktidar olamaz’ diyorlar.”

Dürüstlük, çıkarlarla örülmüş bir düzende tehlikeli sayılır. Çünkü dürüst biri, çıkar hesaplarının en büyük düşmanıdır. Bu yüzden de kimse dürüst birini iktidarda görmek istemez.

Ben, son on yılda yüzlerce yazı, binlerce paylaşım ve hukuki girişimle haksızlıkların peşine düştüm. İnsanlara adaleti, ahlakı ve vicdanı hatırlatmaya çalıştım. Ama sonunda ne oldu? Düşman kazandım. Gerçekleri söylediğinde, sistemi eleştirdiğinde, seni kucaklamazlar. Seni dışlarlar, yalnız bırakırlar.

Acar Baltaş’ın dediği gibi, sistemi eleştirmek değil, sistemden pay kapmak asıl amaç olmalıydı belki. Ama bana uymazdı. Ben, kendimi bu çarka yakıştıramam.

Kemal Tahir’in şu sözünü unutmamak gerek:

“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla soyguncularına hayranlık duyar.”

Marcus Aurelius ise şöyle der:

“Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz.”

Adaletsizliğin kol gezdiği bir yerde sessiz kalmak, bir tercih meselesidir. Ama ben susmamayı tercih ettim. Evet, bedeli ağır oldu. Düşmanlarım çoğaldı, yalnız kaldım. Ama doğru bildiğin yoldan dönmek, o yalnızlıktan daha ağır bir bedeldir.

Herkesin sessiz kaldığı bir dünyada, tek başına haykırmak bazen insanın en büyük zaferi olur.

Bana Uymazdı Zaten

Uzun zamandır rüşvetin bu topraklarda bir piyango gibi görüldüğüne tanık oluyoruz. Çetin Altan, bunu yıllar önce söylediğinde belki bu kadar yaygın değildi, ama ruhu belliydi. Halk çalmayı suç değil, “şans” olarak görür hale geldi. “Bana da çıkar” diye bekleyenlerin sessizliği, aslında suçun kök salmasına en büyük katkıyı sağladı. İnsanlar adaleti değil, adaletsizlikten pay kapmayı umut ediyor. Yolsuzluk, sistemin yağlı çarkı; içinde yer bulursan yağlanırsın, bulamazsan şikâyet edersin. Aslında herkes çarkın içindedir, sadece zamanı gelmemiş olanlar sıradadır.

Her gün kötülüğe, suça, ahlaksızlığa öyle hızla alışıyoruz ki şaşırma yetimizi kaybettik. Duyduğumuz onca hikâye, buzdağının yalnızca görünen kısmı. Düşünsene; en son Murat Ağırel’in yazdığı olay, artık hayal sınırlarını bile zorlar cinsten. Bir hâkim mahkeme emanetindeki uyuşturucuyu alıp başsavcı vekili ve bir başka hâkimle adliyede âlem yapıyor, ardından cinsel ilişkiye giriyorlar. Üstelik, bu skandalı soruşturması gereken başsavcı meğer uyuşturucu baronuymuş.

Ve daha beteri, para için özel hastanelerde yeni doğmuş bebeklerin öldürüldüğü haberleri... Peki, bütün bunların sebebi ne? Bu soru önemli. Çünkü halkın adaletten, doğruluktan uzaklaşmasının ve kötülüğü normalleştirmesinin ardındaki zihniyet, çok eski bir gelenek.

Çetin Altan, 2015’te Çınar Oskay’a verdiği bir röportajda bunu özetledi: “Yolsuzluğu piyango gibi görüyorlar. 'Bana da çıkar' diyorlar. Yolsuzluğun bitmesini istemiyorlar, çünkü yolsuzluktan pay almak istiyorlar.”

Bu ülkede herkes rüşvetten şikâyet eder, ama işin gerçeği şudur: Çoğu insan, rüşvetin varlığından değil, kendisinin pay alamamış olmasından şikâyetçidir. Bunu Prof. Dr. Acar Baltaş'ın tespiti çok güzel özetliyor: “Rüşveti eleştirirler, ama aslında esas dertleri, rüşvet çarkına dahil olamamalarından kaynaklanır.”

Bu yüzden dürüstlüğün başa bela olduğunu hepimiz biliriz. Muhsin Yazıcıoğlu’nun anlattığı anekdot, Türkiye’nin gerçeğini gösterir: “Bir gün birileri bana dedi ki: Başkanım, insanlar sizin dürüstlüğünüzden bahsediyor, ama sonunda ‘Bu kadar dürüst biri iktidar olamaz’ diyorlar.” İşte mesele budur. Bu kadar dürüstsen iktidar olamazsın, çünkü herkes seni kuşku ve korkuyla izler. Dürüstlük, çıkar hesaplarıyla yönetilen bir düzende, insanların gözünde tehlikedir.

Ben, son on yılda yüzlerce yazıyla, binlerce paylaşım ve hukuki girişimle haksızlıkların peşine düştüm. İnsanlara adaleti, ahlakı ve vicdanı hatırlatmaya çalıştım. Ama sonunda ne oldu? Düşman kazandım. Gerçekleri söylediğinde, sistemi eleştirdiğinde, seni kucaklamazlar. Seni dışlarlar, seni yalnız bırakırlar.

Acar Baltaş’ın dediği gibi, sistemi eleştirmek değil, sistemden pay kapmak asıl amaç olmalıydı belki. Ama bana uymazdı. Ben, kendimi bu çarka yakıştıramam.

Adaletsizliğin kol gezdiği bir yerde, sessiz kalmak bir tercihtir. Ama ben susmamayı tercih ettim. Evet, bedeli ağır oldu. Düşmanlarım çoğaldı, yalnız kaldım. Ama doğru bildiğin yoldan dönmek, o yalnızlıktan daha ağır bir bedeldir.

Herkesin sessiz kaldığı bir dünyada, tek başına haykırmak bazen insanın en büyük zaferi olur.

3 Ekim 2024 Perşembe

Sessizlik ve Normalleşme

Türk toplumu, Dünya Ekümenik Kiliseler Konseyi Başkanı Martin Niemöller’in meşhur sözlerini hatırlamalı:

"Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı."

Biz de “onlardan değilim” diyerek görmezden gele gele ve olanları normalleştirerek bugüne geldik. İnsanlar bunu ya maddi ya da manevi çıkar için yaptı, ya da Apartheid rejimi sırasında 20.000'den fazla insanın öldüğü ve yüz binlercesinin gözaltına alındığı Güney Afrika'da, milyonlarca sıradan beyaz Güney Afrikalı gibi, sisteme karşı çıkmaktansa sessiz kalarak yaptı. Sessiz kalanlar, bu düzenin bir parçası olmayı seçtiler.

Gelinen noktada, Türkiye’nin durumu ortada:

  • 2014 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 59. sıradaydık, 2023 yılında ise 148. sıraya düştük.
  • Yolsuzluk Algı Endeksi'nde 2013’te 53. sıradayken, 2023’te 115. sıraya indik.
  • Küresel Rekabetçilik Endeksi'nde 2013-2014 yıllarında 44. sıradayken, 2023’te 81. sıradayız.
  • IMF raporuna göre, 10 sene önce dünya ortalamasından kişi başı 1500 dolar daha fazla gelir seviyesindeyken, şimdi 500 dolar geriye düştük.
  • Dünya enflasyon sıralamasında ise Arjantin ve Venezuela’nın ardından dünyada en yüksek 3. enflasyona sahip ülkeyiz (resmi rakamlara göre %61.78). Hissedilen enflasyonu siz düşünün.

Tüm bu rakamlar, liyakatin yerine torpil, rüşvet ve adam kayırmacılığın geçtiği bir sistemin topluma nasıl yayıldığını gösteriyor. Rüşvetin ve yolsuzluğun normalleşmesi, hukuk ve adaletin en arka sıralarda yer aldığı bir toplumda yaşıyoruz.

Peki, muhalif olduğunu söyleyenler? Gerçekten sorunun kaynağı olan bu düzene mi karşı çıktılar, yoksa Noam Chomsky'nin dediği gibi:

"İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir."

Chomsky’nin tarif ettiği bu sınır içinde kalmayı mı tercih ettiler? Naziler komünistler için geldiğinde "komünist değilim" demek gibi, ya da sosyal demokratlar içeri tıkıldığında "sosyal demokrat değilim" diyerek, gerçek sorunları görmezden geldiler mi? Merkez bankası faizlerini, KGF kararlarını, özelleştirmeleri tartışmakla yetinenler, kendi patronlarının şirketlerinin vergi silinmesi gibi hukuktan ve adaletten yoksun, toplumsal barışı bozacak meseleleri dile getirmediler. Bu konulara hiç değinmeyip, yokmuş gibi davrandılar.

Gerçekten problemin kaynağına dokunan tartışmalar, makaleler ve videolar yapmak ciddi bir maliyet taşır. Özellikle günümüzde, sosyal medyanın her şeyin önünde olduğu bir çağda, bu tür görüşleri YouTube, LinkedIn, Twitter, Facebook ve benzeri milyonların görebileceği platformlarda paylaşmak hem etkili hem de aslında sisteme dokunmadan muhalif görünmek istiyorsanız tehlikelidir.

Bu nedenle, 2017'de bir bayimin bana attığı mesajı paylaşmak istiyorum, çünkü bu konuyu bizzat yaşamış ve bunun için milyonlarca dolar fatura ödemiş biriyim. Sessizlik ve görmezden gelmek, bizi bu noktaya getirdi.


"Bu Ülkede Hiç Mi İyi Şeyler Olmuyor?"

2017 yılında “Bu ülkede hiç mi iyi şeyler olmuyor, cımbızla seçip paylaşıyor” diyen insanlar, ülkenin son 10 yılda hukuk ve adalet sıralamasında 100 basamak gerilediğini görüyor mudur? Çoğu için cevap hayırdır sanırım. Nedeni ise aşağıda.

Çetin Altan, 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna şöyle cevap vermişti:

"Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. 'Bana da çıkabilir' diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor."

Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır.
Prof. Dr. Acar Baltaş


Hitler’in zulmünden kaçarak ülkemize sığınan ve üniversitelerimizde görev alarak Türk akademik yaşamına unutulmaz hizmetler veren yüzlerce Alman profesör vardır. Bu hocaların en önde gelenlerinden biri ekonomi profesörü Prof. Fritz Neumark'tır. Neumark, Türkiye'de iktisat öğreniminin gelişmesinde ve gelir vergisi yasalarının hazırlanmasında önemli katkıları olan Yahudi asıllı bir Alman iktisatçıdır. 1936'da Hitler Almanyasından Türkiye'ye göç ederek, İstanbul Üniversitesi'ne öğretim üyesi olarak katıldı. 1952 yılına kadar Türkiye'de kaldı ve burada maliye ve iktisat dersleri verdi. Seneler sonra Almanya’ya dönerken, bir gazeteci kendisine “Bunca sene Türkiye’de kaldıktan sonra bu ülkeyi nasıl özetlersiniz?” diye sorduğunda, Neumark’ın yanıtı şu olmuştu:
“Negatif seleksiyon.”

Zülfü Livaneli de bu kavramı bir makalesinde kullanarak "Tersine elek (negatif seleksiyon) Türkiye'nin değişmez kuralı oldu" demişti.


Prof. Dr. Arman Kırım, Mor İneğin Akıllısı kitabında diyor ki:

"Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmakla itham edilmişimdir. Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: Eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız."


Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu da şöyle demişti:

"Dürüstlük başa bela imiş. Geçen birisi bana diyor ki: Başkanım, geçen bir yerde konuşuluyordu. Herkes dedi ki Muhsin Yazıcıoğlu şöyle, böyle anlatıldı. Sonuçta? (Muhsin Yazıcıoğlu soruyor) Sonuçta dediler ki: O, iktidar olamaz. Niye? Fazla dürüst dediler."

Sonuç olarak, sessizlik ve görmezden gelmek bizi bu noktaya getirdi. Herkesin gördüğü sorunlar üzerine konuşmak yerine, sorunun kökenine inmek ve gerçek çözüm yollarını tartışmak gerekiyor.

22 Eylül 2024 Pazar

Türkiye'nin En Büyük Şanssızlığı

Türkiye’nin hukuk, adalet ve yolsuzluklara karşı mücadelede en büyük şanssızlığı, bu mücadeleyi verebilecek güce ve imkana sahip olanların çoğunun,
bu gücü sistemi iyileştirmek yerine, sistemden pay kapmak için kullanmalarıdır.
Bunun en önemli sebebi de bu kişilerin imkanları ve güçleri, çoğunlukla mevcut sistemin kendilerine sağladığı avantajlardan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla, bu düzenden faydalananlar, ya bu bozuk yapının bir parçası haline gelir ya da sistemi temelden sarsacak derinlikte ve etkili eleştirilerden kaçınarak zarar görmemeyi tercih ederler.
Siyaset sahnesinin yolsuzluklarla anıldığı Türkiye'de, servet sahiplerinden toplumun önde gelen isimlerine kadar birçok kişi, bu yozlaşmaya sessiz kalarak sistemin bir parçası haline gelmiştir.

Ancak bu durum yalnızca servet sahipleri ve elitlerle sınırlı kalmaz. Sosyal medyada geniş kitlelere hitap eden, yüz binlerce hatta milyonlarca takipçisi olan kişiler de bu sorunun bir parçasıdır. Noam Chomsky’nin “rıza imalatı” kavramı tam da bu durumu açıklamaktadır;sistemin, medya ve iş dünyası aracılığıyla toplumu manipüle ederek, halkın rızasını nasıl ürettiğini ortaya koyar.

1. Rıza İmalatı: İktidarın Meşrulaştırılması
Noam Chomsky, "rıza imalatı" terimini kullanarak, sistemin halkın algılarını nasıl manipüle ettiğini ve kendi meşruiyetini nasıl sağladığını anlatır. Günümüzde bu süreç, yalnızca geleneksel medya üzerinden işlemez.
Twitter, LinkedIn ve Instagram gibi sosyal medya platformlarında geniş takipçi kitlesine sahip bireyler de bu "rıza imalatı" sürecine hizmet etmektedir. Gerçek bir sistem eleştirisi yerine, popülist ve sembolik düzeyde eleştiriler yaparak geniş kitlelere hitap ederler. Bu şekilde hem muhalif gibi görünür, hem de sistemin radarına takılmadan varlıklarını sürdürürler. Toplum nezdinde etkili olan, Sosyal medya ve diğer platformlarda yüzbinlerce takipçisi olanlar, derin ve esaslı eleştirilerden kaçınarak, mevcut düzenle yüzleşmektense yüzeysel bir muhalefet sergilerler. Bu da toplumsal uyanışı engelleyen en önemli faktörlerden biridir.

2. Servet Sahiplerinin ve Etkili Bireylerin Sessizliği: Çıkarcı İşbirliği
Sistemin meşruiyetini sağlamasında bir diğer önemli unsur, servet sahiplerinin ve toplumun etkili bireylerinin çıkarcı sessizliğidir.
Chomsky'nin "çıkarcı işbirliği" olarak nitelendirdiği bu durum, servet sahibi sınıfların mevcut düzenin sunduğu imtiyazlardan fayda sağladıkları için sistemin politikalarını eleştirmekten kaçınmalarını açıklar.
Bu sadece iş dünyasında değil, aynı zamanda akademi, sağlık, eğitim, hukuk gibi alanlarda da geçerlidir. Toplum üzerinde geniş etkisi olan sosyal medya kullanıcıları, iş dünyası liderleri, akademisyenler ve diğer entelektüeller, sistemin can damarlarını eleştirmektense yüzeysel eleştiriler yaparak varlıklarını sürdürürler.

Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi: “Reis yalnız adaleti değil, ahlakı da her şeyin üstünde tutar.”
Ancak bu kesimler, ahlaki sorumluluğu bir kenara bırakarak çıkarlarını korumak adına yozlaşmış sistemle işbirliği yapar ya da susarak bu çarpık yapının devamına katkı sağlar.
Nurettin Topçu’nun da belirttiği gibi, “Ahlak, insanın vicdanında başlar ve orada biter.”
Ahlaki bozulmanın temelinde, bireylerin vicdanlarından uzaklaşmaları ve menfaatlerinin peşine düşmeleri yatmaktadır. Sistemin yozlaşmasına ses çıkarmayan bu insanlar, ahlaki duruşu terk ederek kendilerini koruma refleksiyle hareket ederler.


3. Göstermelik Muhalefet: Esas Can Damarlarına Basmamak
Chomsky’nin “göstermelik muhalefet” kavramı, Türkiye’deki siyasi ve sosyal yapı üzerinde derin bir etkiye sahiptir.
Görünürde muhalefet edenler, sisteme karşı esaslı bir eleştiriden kaçınarak, sistemin temel dayanaklarına dokunmazlar.
Bu tür bir muhalefet, yüzeysel eleştirilerle yetinir ve gerçek bir sistem değişikliği talebinde bulunmaz.
Muhalefet, popülist söylemlerle geniş kitlelere hitap ederken, derinlemesine bir sistem sorgulamasından uzak durur.
Sadece siyasi aktörler değil, geniş kitleler üzerinde etkisi olan sosyal medya kullanıcıları, akademisyenler, hukukçular ve sağlık profesyonellerine kadar bütün toplumu oluşturan kitleler de bu “göstermelik muhalefet” anlayışını benimsemektedir.
LinkedIn, Twitter gibi platformlarda milyonlarca takipçisi olan kişiler, mevcut düzeni değiştirecek politikalar geliştirmekten kaçınır, yüzeysel eleştirilerle yetinirler.
Bu şekilde hem muhalif görünürler, hem de sistemin radarının dışında kalmayı başarırlar.
Toplumun geniş kesimleri bu türden yanıltıcı eleştirilerle meşgul edilerek, derin bir sistem sorgulamasından uzak tutulur.
Çetin Altan'ın dediği gibi Türk haklı için yolsuzluk ve rüşvet piyango gibidir, itirazı yoktur kenarda piyangonun kendine çıkmasını bekler.
Bu çok uzun yıllardır var olan bir toplumsal olgudur, vergisini kaçıran, çocuğunu torpille işe, okula kaydettirmeyi marifet haline getirmiş bir toplumdan beklenen de budur.
Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 
80 yıl önce Prof. Dr  Fritz Neumark'in "Negatif Seleksiyon" tespiti yaptığı bir toplumun içerisinde yaşıyoruz.

"Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır." 
Prof. Dr. Acar Baltaş

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.”
—Noam Chomsky

Sistemi eleştiren, iyileştirme iddiasında, çabasında bulunanların büyük çoğunluğu  Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, AİHM, Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) Türkiye davalarının detaylarına girip gündem yapamazlar. Danimarka (Dünya adalet endeksinde 1. sırada), Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya, G. Kore, İsveç, İsviçre, Almanya gibi hukukun en önde olduğu ülkelerde özellikle  içinde yaşadıkları ve ses çıkarmadıkları sistemin iddialarına çöpe atan binlerce hukuki kararı niye verdiğini, bunun asıl sistemin çöküşü olup olmadığını irdeleyemezler. Bunu ya çıkardan ya korkudan ya da mahalle dışı buldukları için yaparlar.

Gerçekten Türk toplumunu hukuk, adalet, ahlak ve ekonomik olarak lider hale getirmek isteyenlerin kayıplarına rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu örnektir


4. Sistemik Bozulma ve Hukukun Üstünlüğü Endeksi
Türkiye’nin sistemik bozulmasını anlamak için uluslararası endekslerdeki gerilemeye bakmak yeterlidir.
2014 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 59. sırada yer alan Türkiye, 2023 yılına gelindiğinde 148. sıraya kadar gerilemiştir.
Aynı şekilde, Yolsuzluk Algı Endeksi’nde de ciddi bir düşüş yaşanmıştır; 2013 yılında 53. sırada olan Türkiye, 2023 yılında 115. sıraya düşmüştür.
Bu göstergeler, Türkiye’de adaletin ve hukukun nasıl sistematik olarak zayıfladığını gözler önüne sermektedir.

Necip Fazıl’ın ahlaka dair sözleri bu tabloyu daha da anlamlı kılar: “Ahlak, kanunlarla değil, insan ruhuyla hükmeder.”
Türkiye’de yaşanan bu bozulma, sadece hukukun değil, aynı zamanda ahlaki değerlerin de aşınması ile ilgilidir.
Nurettin Topçu'nun uyarıları ise oldukça yerinde bir özet sunar: “Ahlakın olmadığı yerde hiçbir düzen, hiçbir sistem uzun süre yaşayamaz.”
Türkiye’deki adaletsizlikler ve yolsuzluklar, ahlaki değerlerin erozyona uğradığı bir ortamda kökleşmiştir.
Ahlakın yitirildiği bir toplumda, sadece hukuk değil, toplumsal bütünlük de zarar görür.

Sonuç
Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal yapıyı anlamak için Noam Chomsky’nin “rıza imalatı”, “çıkarcı işbirliği” ve “göstermelik muhalefet” kavramları oldukça işlevseldir. İktidar, medya ve iş dünyası aracılığıyla toplumsal rızayı imal ederken, sosyal medya fenomenleri popülist söylemlerle sistemin devamına hizmet etmektedir. Servet sahipleri ve etkili bireyler, çıkarlarını koruma adına sisteme karşı gerçek bir eleştiri getirmezken, muhalefet yüzeysel eleştirilerle yetinmektedir.

Necip Fazıl Kısakürek ve Nurettin Topçu’nun ahlaka dair uyarıları, bu sistemik bozulmanın temelini gözler önüne sermektedir. Gerçek değişim için, ahlaki değerlere dayalı köklü bir sistem eleştirisi ve reformlar gerekmektedir. Bu değişim, sadece hukukla değil, toplumun ruhunda, vicdanında köklü bir dönüşümü de beraberinde getirmelidir. Ancak bu şekilde Türkiye, adaletin, ahlakın ve hukuk düzeninin tekrar yükseldiği bir ülke haline gelebilir.

Göstermelik muhalefet ve Rıza imalatı

Bir ülkede siyasi iktidar yolsuzluklarla anılırken, servet sahiplerinin ve toplumun tanınan isimlerinin bu duruma sessiz kalması; hatta kimi zaman iktidarla işbirliği yaparak güç ilişkilerini sürdürmesi, Noam Chomsky’nin “rıza imalatı” ve “sistemik işbirliği” kavramlarıyla açıklanabilir. 

1. Rıza İmalatı: İktidarın Meşrulaştırılması

Noam Chomsky, “rıza imalatı” kavramını açıklarken, iktidarın halkın algısını manipüle ederek nasıl kendi konumunu meşrulaştırdığını ortaya koyar. Bu süreçte medya, iş dünyası ve diğer etkili kesimlerin işbirliğiyle, yozlaşmış ve baskıcı bir yönetim bile halkın gözünde normalleştirilebilir. 

İktidar, büyük medya organlarını ya doğrudan kontrol ederek ya da dolaylı biçimde baskı uygulayarak, medyayı kendi çıkarlarına hizmet eden bir araç haline getirmiştir. Medya, yolsuzluk iddialarını ya görmezden gelir ya da üstünü örterek iktidarın söylemini halka yayar. Bu süreçte bazı medya organları, hükümet yetkililerine yönelik ağır yolsuzluk iddialarını ya hiç gündeme getirmez ya da iktidarın çizdiği çerçevede sunarak halkın algısını yönlendirmeye çalışır..

Chomsky’nin analizine göre, böylesi bir ortamda halk, “gerçek muhalefet”ten uzaklaştırılır ve iktidarın oluşturduğu yanılsamalarla meşgul edilir. Medyanın iktidarın propagandasını yaparak, muhalif sesleri bastırması, toplumsal rızanın imal edilmesinin bir parçasıdır.

2. Servet Sahiplerinin Sessizliği: Çıkarcı İşbirliği

Bir diğer önemli unsur, servet sahibi sınıfların ve iş dünyasının, yozlaşmış yönetimlere karşı sessiz kalmaları ya da çıkarlarını koruma adına onlarla işbirliği yapmalarıdır. 

Yine Chomsky’nin analizine göre, bu durum “sınıfsal işbirliği” ya da “çıkarcı sessizlik” olarak açıklanabilir. Servet sahibi sınıflar, mevcut düzenin sunduğu imtiyazlardan fayda sağladıkları için, iktidarın politikalarını eleştirmekten kaçınır, hatta zaman zaman bu politikaları meşrulaştıran söylemlerin parçası olurlar.

3. Göstermelik Muhalefet: Esas Can Damarlarına Basmamak

Chomsky’ye göre, muhalefet bazı durumlarda yüzeysel eleştirilerle yetinir ve iktidarın esas çıkarlarına dokunmaz. Bu tür bir muhalefet, görünürde iktidara karşıymış gibi durur, ancak sistemin temel yapılarını sorgulamaz. Bazı siyasi ve ekonomik aktörler, iktidarı eleştirir gibi görünse de, esas olarak iktidarın en büyük dayanaklarına fazla dokunmazlar.

Bu bağlamda, muhalefetin büyük sermaye gruplarına yönelik eleştirileri sınırlı kalırken, sistemin kendisi eleştiri dışı bırakılır. Bu, iktidarın ekonomi politikaları ya da medya üzerindeki kontrolü gibi konuların ancak yüzeysel olarak tartışılmasıyla sonuçlanır. Muhalefet, halka yönelik popülist söylemler geliştirse de, mevcut düzeni köklü biçimde değiştirecek politikalardan uzak durur.

Örneğin, bazı muhalif siyasi partilerin, büyük sermaye gruplarına yönelik eleştirilerinin sınırlı olması ve daha çok günlük politik tartışmalar üzerinde yoğunlaşması, Chomsky’nin “göstermelik muhalefet” kavramına uyan bir durumu işaret eder. Gerçek değişim için köklü bir sistem eleştirisi gerekirken, muhalefet sadece sembolik düzeyde eleştiri yapmakla yetinir.

Sonuç: Sistemik Rıza ve Oligarşik Düzen

Yolsuzluk ve baskı, bu ittifaklar sayesinde meşrulaştırılır ve toplumun geniş kesimleri üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılır. Medya, iktidarın söylemini yayarken, servet sahipleri ve iş dünyası, bu düzenden faydalandıkları sürece sessiz kalmayı ya da iktidarla işbirliği yapmayı tercih eder.

Bu yapısal işbirliği, Chomsky’nin “rıza imalatı” teorisiyle örtüşen bir süreçtir. Gerçek muhalefetin sesi bastırılırken, göstermelik muhalefetle iktidarın çıkarları korunur. Sonuç olarak, siyasal düzen, hem medya hem de sermaye tarafından desteklenen bir oligarşi haline gelir. Bu durum, demokratik bir toplumda olması gereken denetleme ve hesap verme mekanizmalarının işlevsiz hale gelmesine neden olur ve sistemin köklü değişiklikler olmadan devam etmesini sağlar.

Bu tablo şöyle özetlenebilir: İktidar, servet sahipleri ve medyanın işbirliği, halkın gözünde meşruiyetini koruyarak, yapısal bir rıza imalatı süreciyle siyasal ve ekonomik elitlerin çıkarlarına hizmet eden bir düzen yaratır.

21 Eylül 2024 Cumartesi

Bilgisizlik Sözleşmesi: Görmedim, Duymadım, Bana Ne; Otorite Diyorsa, Vardır Bir Bildiği

 Melissa Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” (ignorance contract) kavramı, özellikle toplumların belirli bilgileri, gerçekleri veya adaletsizlikleri bilmemeyi ya da görmezden gelmeyi tercih etmesi üzerine odaklanır. Bu kavram, genellikle egemen grupların, hak ihlalleri veya baskı sistemlerine dair sorumluluğu üstlenmemek ya da bu sorunlarla yüzleşmemek amacıyla oluşturduğu bilinçli bir “bilgi boşluğu” yaratma eğilimini tarif eder. Steyn’in perspektifi, bu tür bilgisizliklerin toplumsal ve siyasal düzenin devamını sağlamak için kasıtlı olarak sürdürüldüğünü vurgular.

Augusto Pinochet’in Şili’deki diktatörlüğü, bu kavramı açıklamak için güçlü bir örnektir. 1973-1990 yılları arasında Pinochet rejimi, insan hakları ihlalleri, işkence, zorla kaybetmeler ve siyasi muhaliflere yönelik baskılarla tanındı. Ancak bu dönemde birçok Şilili, ya rejimin yaptıklarını bilmemeyi seçti ya da hükümetin baskı politikalarını meşrulaştıran söylemleri kabul etti. Özellikle Pinochet’in ekonomik reformlarının başarılarına odaklanarak insan hakları ihlallerini görmezden gelen bir kesim vardı. “Bilgisizlik sözleşmesi” burada, halkın bir bölümünün baskı ve zulümle ilgili sorumluluk hissetmemesini, otoriteye güvenerek "mutlaka bir bildikleri vardır" düşüncesiyle hareket etmesini simgeler. Bu, Steyn’in kavramı ile örtüşür; çünkü insanlar, rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmek yerine, rejimin güvenlik veya refah sağladığını düşündükleri alanlara odaklanmayı tercih ettiler.

Dünyadan Diğer Örnekler

  1. Güney Afrika Apartheid Rejimi: Apartheid dönemi Güney Afrika'sında beyazlar, siyahların maruz kaldığı ırk ayrımcılığı, baskı ve şiddeti bilmemeyi ya da bu durumu meşrulaştıran söylemleri kabul etmeyi tercih ettiler. Beyaz nüfusun büyük bir bölümü, devletin uyguladığı ayrımcılığı sorgulamadı ve kendi refahlarını devam ettirmek adına bu sistemin sürmesine sessiz kaldı. Bu da Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramının bir örneği olarak görülebilir.

  2. Nazi Almanyası: Adolf Hitler’in Nazi rejimi döneminde, Almanya’da birçok insan Yahudilere ve diğer azınlıklara karşı yapılan soykırımı bilmemeyi veya “görmemeyi” seçti. Nazi rejiminin propaganda ve baskısı altında yaşayan Alman halkının büyük bir kısmı, Holokost hakkında bilgileri olmasına rağmen, ya bunu meşru gördü ya da görmezden geldi. Toplumun önemli bir kesimi, hükümetin söylemlerine uyarak otoritenin bu politikalarının gerekçeli olduğuna inanmayı tercih etti. Bu da "bilgisizlik sözleşmesi"nin başka bir örneğidir.

  3. ABD’de Irksal Eşitsizlik ve Sistemik Irkçılık: ABD’de uzun yıllar boyunca beyazların büyük bir bölümü, siyah Amerikalıların maruz kaldığı ırksal eşitsizlik ve ayrımcılığı görmezden geldi veya bilmemeyi tercih etti. Özellikle Jim Crow yasaları ve kölelik sonrası dönemde, beyazlar ırk ayrımcılığı ve şiddetin sürmesine, kendi sosyal ve ekonomik avantajlarını kaybetmemek için sessiz kaldı. Hatta günümüzde bile, birçok kişi, “bilgisizlik sözleşmesi” çerçevesinde, sistemik ırkçılığı reddetmeyi veya bu konuda duyarsız kalmayı sürdürüyor.

Türkiye'deki durumu değerlendirmeyi size bırakıyorum.  6-7 Eylül olayları, Kürt vatandaşalralın durumu ve KHK meselesine bakın

16 Eylül 2024 Pazartesi

Barabbas Toplumu: Bilgisizlik Sözleşmesine Uyan Toplumlar İçin Bir Sonraki Aşama

Melissa Steyn'in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, Güney Afrika’nın apartheid döneminde beyazların gönüllü olarak baskı rejimini görmezden gelmelerini ve bu durumdan fayda sağlamalarını tarif ederken, bireylerin ve toplumların sorumluluklarını sorgulayan güçlü bir eleştiridir. Steyn’e göre, bu tür bir bilgisizlik, aslında bilginin ve farkındalığın bastırılmasını içerir; beyaz toplumlar kendi ayrıcalıklarını korumak için siyahların çektiği acıları görmezden gelirler. Ancak, toplumsal değişim ve adalet arayışı, bu gönüllü körlüğün aşılmasını gerektirir.

Bu bağlamda Barabbas olayı, adalet, suç, sorumluluk ve halkın tercihleri gibi kavramlar etrafında dönen tarihsel ve dini bir vaka olarak bilgisizlik sözleşmesine uyan toplumlar için önemli bir ayna işlevi görebilir. Bu olay, toplumsal körlüğün ve sorumluluktan kaçınmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini ve halkın tercihlerini nasıl manipüle edebileceğini ortaya koyar.

Bilgisizlik Sözleşmesi: Güney Afrika'da Beyazların Gönüllü Körlüğü:

Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, apartheid rejiminin beyaz halkın bilinci üzerinde nasıl bir etki yarattığını açıklamaya çalışır. Apartheid döneminde beyazlar, siyahların sistematik olarak ayrımcılığa, baskıya ve şiddete maruz kaldığını bilseler de, bu gerçeği göz ardı ederek kendi ayrıcalıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu gönüllü cehalet, beyaz üstünlüğüne dayalı düzenin devam etmesine olanak sağlamış ve apartheid rejiminin sürdürülmesinde temel bir rol oynamıştır.

Bu bağlamda, bilgisizlik bir savunma mekanizması olarak işler; beyazlar apartheid'ın adaletsizliklerine gözlerini kapayarak kendi ayrıcalıklı konumlarını korumuşlardır. Steyn, bu durumu bir sözleşme olarak tanımlar çünkü beyazlar toplu olarak bu körlüğü benimsemiş ve bu düzenin sürmesine katkıda bulunmuştur.

Barabbas Olayı ve Toplumsal Körlük:

Barabbas olayı, İncil'de Yahudi halkının, suçsuz olan İsa'yı değil, suçlu Barabbas'ı serbest bırakmayı tercih etmesiyle sonuçlanan bir seçim olarak anlatılır. Bu olay, halkın bilerek yanlış bir tercihte bulunabileceğini, toplumsal körlük ve manipülasyonun nasıl işleyebileceğini gösteren güçlü bir metafordur. Yahudi halkı, dini liderlerinin ve o dönemin siyasi düzeninin etkisiyle, suçsuz İsa yerine suçlu Barabbas'ı seçer. Bu seçim, halkın toplumsal adaletsizliği nasıl meşrulaştırılabileceğini gözler önüne serer.

Bu bağlamda Barabbas olayı, Steyn’in bilgisizlik sözleşmesi kavramıyla benzer bir işlev görür. Toplumun bir kesimi, bilgi ve farkındalık sahibi olduğu halde adaletsiz bir tercihte bulunur; suçlu olan affedilirken suçsuz olan cezalandırılır. Bu olayda da tıpkı apartheid Güney Afrika’sındaki gibi, toplumsal düzeni sürdüren bir körlük söz konusudur.

Barabbas Olayı ve Apartheid Dönemi Beyaz Toplumunun Sorumluluğu:

Apartheid döneminde beyaz toplum, sistemin siyah halk üzerindeki yıkıcı etkilerini bilmesine rağmen, bu durumdan fayda sağlamaya devam etti. Barabbas olayı, bu tür toplumsal körlüğü ve sorumluluktan kaçınmayı simgeler. Beyazların ayrıcalıklarını sürdürmek için gerçekleri görmezden gelmeleri, bir anlamda suçlu Barabbas’ı serbest bırakmaya benzer bir durumdur. Suç ve sorumluluk arasındaki sınırların bulanıklaştığı bu olayda, beyaz toplum, tıpkı Barabbas’ın affedilmesi gibi, apartheid’ın adaletsizliğini sürdürmeye gönüllü olmuştur.

Steyn’in bilgisizlik sözleşmesi kavramı, Barabbas olayındaki gibi bir toplumsal sorumluluktan kaçınma durumunu eleştirir. Bu tür bir cehalet, aslında bilinçli bir tercihtir ve toplumsal adaletsizliğin sürmesine katkıda bulunur. Beyazların apartheid rejimini görmezden gelmesi, suça ortak olmanın bir başka yoludur ve bu suç, sadece siyah halkı değil, aynı zamanda beyaz toplumun vicdanını da etkileyen bir durumdur.

Toplumlar eğer bilgisizlik sözleşmesine uyum safhasıda ise sonrasında  Barabbas  topluma olmaya yakındır demektir!

Bilgisizlik Sözleşmesi

 Melissa Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” kavramını Güney Afrika bağlamında kullanması, özellikle Apartheid rejimi sırasında beyazların sergilediği gönüllü körlüğü tarif etmek için son derece yerinde bir analizdir. Apartheid, 1948-1994 yılları arasında uygulanan, ırksal ayrımcılığı kurumsallaştıran bir sistem olarak, siyah Güney Afrikalıların haklarını ellerinden alan bir baskı düzeniydi. Ancak bu baskı düzeni yalnızca yasalarla veya polis gücüyle ayakta kalmadı; beyaz Güney Afrikalıların büyük bir kısmı, rejimin işlediği insanlık dışı uygulamaları görmezden gelerek bu sistemi sürdürülebilir kıldı.

“Bilgisizlik sözleşmesi” kavramı, bu gönüllü körlüğü, sessizliği ve pasif direnişin eksikliğini tanımlıyor. Rejimler, varlıklarını sürdürebilmek için sadece aktif destekçilerine değil, aynı zamanda sessiz çoğunluğun kayıtsızlığına da ihtiyaç duyar. Bu durumda, sıradan vatandaşlar, sistemin haksızlıklarını açıkça desteklemiyor olabilir, fakat ses çıkarmamaları, sorgulamamaları, direnmeleri gerektiği noktada gözlerini kapatmaları, rejimin zulmünü sürdürebilmesine zemin hazırlar. Bu, bir tür yazılmamış ve herkesin farkında olduğu bir toplumsal mutabakat gibi işleyerek, rejimin devamlılığını sağlar.

Apartheid döneminde de sıradan beyaz Güney Afrikalılar, rejimin siyahlara karşı uyguladığı şiddeti, ayrımcılığı ve sistematik baskıyı bilmezden geldiler. Bu "bilgisizlik sözleşmesi" onların bireysel olarak aktif bir katılımını gerektirmiyordu. Rejimin doğrudan bir parçası değillerdi; sadece susuyor, olan biteni görmezden geliyorlardı. Bu gönüllü sessizlik, onlara rejimin sunduğu ayrıcalıklardan faydalanma imkanı tanıyordu: siyah işçilerden ucuz iş gücü sağlama, eğitimde ve ekonomik fırsatlarda öncelik elde etme gibi. Vicdanlarının sustuğu yerde, toplumsal refahtan pay alıyorlardı.

Steyn'in bu kavramı kullandığı bağlam, yalnızca Güney Afrika ile sınırlı değil, dünya genelinde baskıcı rejimlerin ve toplumsal sessizliğin nasıl işlediğini anlamak için evrensel bir perspektif sunar. Örneğin, 1980 Türkiye darbesi ve 15 Temmuz sonrası, Şili’deki Pinochet rejimi, İspanya’daki Franco diktatörlüğü ya da Nazi Almanyası gibi örnekler de aynı mantık çerçevesinde değerlendirilir. Bu rejimlerin güçlü görünmelerinin temel nedeni, sadece silahlı kuvvetleri ya da baskı araçları değildir; esas güç, toplumsal olarak suskun kalan, rejime direnmeyi reddeden halktan gelir.

Almanya'daki Nazi döneminde sıkça kullanılan “Bir Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 Alman varsa, o masada 11 Nazi vardır” sözü de bu durumu hicveden bir örnektir. Bu söz, sessizliğin ve kayıtsızlığın suç ortağı olduğunu acı bir şekilde ortaya koyar. Yani sessiz kalmak, bu tür rejimlerin devam etmesine dolaylı olarak katkıda bulunmaktır. Ses çıkarmamak, haksızlıkları meşru kılmak anlamına gelir.

Steyn’in “bilgisizlik sözleşmesi” olarak adlandırdığı bu kavram, yalnızca bir pasiflik değil, aynı zamanda aktif bir işbirliği biçimidir. Bu, sessiz kalanların da suç ortağı olduğu anlamına gelir. Onlar haksızlıklar karşısında susarak, düzenin tüm avantajlarından faydalanarak, vicdanlarını susturur ve zulmün devam etmesine katkıda bulunurlar. Bu yüzden, bu sözleşme toplumu ikiye böler: baskıyı uygulayanlar ve bu baskıyı sessizlikle onaylayanlar.

Sonuç olarak, Melissa Steyn'in "bilgisizlik sözleşmesi" kavramı, bir rejimi eleştirmek kadar, toplumun suskunluğunun da eleştirisi olarak okunmalıdır. Toplumsal adaletin sağlanması için, haksızlıklar karşısında susmamak ve gönüllü körlüğü terk etmek gereklidir.

14 Eylül 2024 Cumartesi

Türk Muhalifinin Durumu


Türkiye'de gerçekten muhalif olursan hayatından, özgürlüğünden, konfor alanından, maddi manevi zenginliğinizden kaybedersiniz. Tıpkı şu anda yüz binlercesi sayılabilecek aşağıdaki örneklerde olduğu gibi

Ahmet  Altan- Yıllarca hapis yattı 

Zülfü Livaneli - Müzikal sanatçı, yazar ve siyasi aktivist, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etti. 1984'te vatandaşlığı geri alındı.

Cem Karaca - Ünlü rock müzik sanatçısı ve söz yazarı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle ülkesini terk etti ve daha sonra vatandaşlığı geri alındı.

Selda Bağcan - Ünlü folk müzik sanatçısı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

 Ahmet Kaya - Ünlü Türk pop müzik sanatçısı, 1990'larda siyasi ifadeleri nedeniyle baskı altında kaldı ve 2000'de Fransa'ya göç etti.

 Aziz Nesin - Edebiyatçı ve gazeteci, 1940'larda basın tarihçesi olarak yayınlanan bir makalesi nedeniyle bir süre hapse atıldı ve daha sonra vatandaşlığından men edildi.

 Nazım Hikmet - Ünlü şair, birçok kez hapse atıldı ve sonunda 1950'lerde Sovyetler Birliği'ne sığınarak Türkiye'yi terk etti.

 İlhan Selçuk - Gazeteci ve yazar, 1980'lerde bir dönem vatandaşlığından men edildi ve daha sonra ülkesini bir süreliğine terk etti.

 Orhan Pamuk - Nobel ödüllü yazar, 2005 yılında Türkiye'deki Türklerin ve Ermenilerin soykırımından bahsettiği için hakaret davasına karşı kesinlikle kendini savundu, bu durum bazıları tarafından ülkeyi terk etmeye zorlanmış olarak görüldü.

 Fikret Kızılok - Ünlü rock müzik sanatçısı, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Can Dündar - Gazeteci ve yazar, 2016 yılında Cumhuriyet gazetesi'nin editörü olarak hapis cezası aldı ve daha sonra ülkesini terk etti.

Ferhat Tunç: Sanatçı ve aktivist Ferhat Tunç, ifade özgürlüğü ve Kürt sorunu konusundaki görüşleri nedeniyle birçok kez yargılandı ve 2018 yılında Almanya'ya gitmek zorunda kaldı. Tunç, Türkiye'ye dönme özlemiyle Almanya'da yaşamaya devam ediyor.

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan: 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından idam edilen bu üç siyasetçi, darbeyle görevden alınıp yargılandıktan sonra infaz edildiler ve dolaylı olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Yılmaz Güney: Ünlü aktör ve yönetmen, siyasi faaliyetleri ve filmlerindeki politik mesajlar nedeniyle defalarca tutuklandı. 1981'de cezaevinden kaçarak Fransa'ya sığındı ve burada hayatını kaybetti.

Hasan Cemal: Gazeteci ve yazar, Kürt sorunu ve diğer siyasi konular üzerine yazıları nedeniyle sürekli yargılandı ve baskı gördü. Bir dönem yurt dışında yaşamak zorunda kaldı.

Eğer muhalif ve bundan zarar görmüyorsa aşağıda tespitlere dikkat!!

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.”

—Noam Chomsky

Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında diyor ki:

Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir. 

"Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız."


Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:

“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye açıklamıştı, gerçekten öyle sıra çok kalabalık ve her eleştirdikçe sırada bekleyenlerden düşman kazandım.

Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 

"Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar."

Kemal Tahir

"Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz".

Marcus Aurelius



8 Eylül 2024 Pazar

Hiçbir Şey Yapmayarak da Adaletsizlik Yapabilirsiniz!

 İnanılmaz ama gerçek!

Yıllardır uyardığım her şey, maalesef birer birer gerçekleşiyor. "Böyle giderse geri dönüşü olmayacak" dediğim olaylar artık sıradan hale geldi. Biz belki ülke içinden bu haberleri pek umursamıyoruz ama dünya bizi izliyor. Ve dışarıda, Türkiye ve Türk insanı hakkında neler düşündükleri işte tam da bu tarz olaylarla şekilleniyor. 

"Dilan Polat" olayı hadi ülke içinde, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: Türkiye'de verilen yargı kararlarının yüzde 99'u geçersizdir” tespitini de umursamıyoruz bu son olay? Belçika Devleti, Türk mafyasının Cumhurbaşkanlığı forsu astığı 2 villayı ele geçirdi. Evet, yanlış duymadınız! Villa tam 15 bin metrekarelik alanda ve toplamda 72 milyon Euro değerinde varlığa el koyulmuş. Villada bir de konsey odası varmış, hafta içinde satışa çıkarılıyor!

Buna benzer sayılamayacak kadar çok olay bulabilirsiniz mesela "Interpol kırmızı bültenle arıyordu: İsveç'te bir uyuşturucu çetesini yöneten cinayet zanlısı Adana'da yakalandı" gibi.

İşte durum bu kadar vahim! Dünyada böyle haberlerle anılmak bizi nerelere götürecek? Dışarıdaki algı çok önemli, ama ne yapıyoruz bu konuda? Maalesef pek bir şey değil...

Onlarca yıldır insanlarla düşman olma pahasına bak böyle yaparsanız başınıza gelir dediğim her şey sıradanlaştı. Bu eleştirileri yaparken insanların düşman olacağını biliyordum çünkü 

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında anlatıyordu:

Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir. 

"Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız."

Ben onaylamadım, ne olduğunu tahmin edersiniz. Konuyu uzatmadan 2014 ve 2017 ve 2018 yılında yazdığım üç makaleyi paylaşayım.

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2014/07/gelistirme-kulturu-mu-rant-kulturu-mu.html

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2017/02/hep-isin-geyigini-yapyoruz-ar-ge.html

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2019/09/kendi-ayagmza-sktk.html

Prof. Dr. Acar Baltaş 

"Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır."

Bilenler bilir, benim şikayetim sisteme dahil olamamaktan değil, herkes Acar Baltaş'ın dediği gibi sisteme dahil olmak isterken de bu sıraya girenleri öteden beri ciddi eleştiriyorum.

Bunu da Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:

“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye açıklamıştı, gerçekten öyle sıra çok kalabalık ve her eleştirdikçe sırada bekleyenlerden düşman kazandım.

Prof. Dr. Acar Baltaş diyor ki: "Hile yapan ve kural dışına çıkan başkalarını görmek ve izlemek sosyal kabule bir örnektir. Sosyal statüsü ne kadar yüksek olursa olsun, "herkesin" küfür ettiği ortamda küfür etmek ayıp ve terbiyesizlik sayılmaz; son sınıftaki "bütün" öğrencilerin hasta olmadıkları halde rapor aldığı ortamda hasta olmadan rapor almak "sahtekarlık" sayılmaz. 

"Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, - ruhundaki barbarlık duygusunun baskısıyla- soyguncularına hayranlık duyar."

Kemal Tahir

"Hiçbir şey yapmayarak da adaletsizlik yapabilirsiniz".

Marcus Aurelius

Benim eleştirilerim Türkiye'deki alışılmış ve beklenen eleştiri ve muhalefetin dışında ve daha sertti çünkü işin buraya geleceğini görüyordum ve mış gibi de yapmak istemiyordum.

Bizim ülkemizde zengin olmak, para kazanmak, terfi etmek, yükselmek, çok beğenilmek, çok seyredilmek, çok takip edilmek istiyorsanız halkın istediklerini vermelisiniz Halkın ne istediğini de Çetin Altan ve Prof. Acar Baltaş yukarıda açıkça ifade etmiş. 

Muhalefet etmenin (Burada sadece siyasi muhalefetten bahsetmiyorum) şartları da aynı. Hatta bu konu ile ilgili Noam Chomsky

“İnsanları etkisiz ve itaatkar kılmanın kurnaz yolu, farklı görüşlere sınırlı miktarda tolerans göstermekten geçer. Ancak bir yandan da bu sınırlandırılmış alandaki tartışmaları sürekli canlı tutmak gerekir.” diyor. 

Ülkemizde muhalefet edenlerin çok çok büyük kısmı ya bilerek, ya da sistemin oluşturduğu güvenlik ve konfor alanını tehdit altında algılama refleksiyle Türkiye, 2014 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksinde 59. sırada yer alırken. 2023 de 148., Yolsuzluk Algı Endeksinde 2013 yılında 53. sıradayken, 2023 de 115., 2013 yılında Küresel Rekabetçilik Endeksinde 44. sırada iken 2023 de 81. sıraya düşüren olaylar neler? diye sorup peşinden gidemez. Danimarka, Kanada, İsveç, İsviçre, Norveç, Finlandiya, Almanya, Amerika, Singapur, G. Kore, Japonya gibi gelişmiş hiçbir ülkede suç olmayan on binlerce dava nasıl bizde suç olup insanların hayatı karartılır? Veya tam tersi oralarda suç veya idari ceza, istifa veya işten uzaklaştırma gerektiren işler burada aynı sonucu vermez? diye işin üzerine gidemez. Anayasa Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, AİHM, Uluslararası Adalet Divanı (Lahey) Türkiye davalarının detaylarına girip gündem yapamazlar.  Bunu ya çıkardan ya korkudan ya da mahalle dışı buldukları için yaparlar.

Halka rağmen halkın menfaatine işler yapmanın faturasını rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu aşağıda kaynağını verdiğim konuşmasında "dürüst olduğum için oy vermeyen ve beni seven seçmen" konuşmasında anlatıyor

https://ertugrulakbas.blogspot.com/2023/03/depremin-hatrlattklar-ahlak.html

Bunu zaten sistem herkese iliklerine kadar işlettiği için bu artık refleks olarak uzak durulan bir şeydir.

Çok az deli bunu dener.

Ülkemizdeki bu durum yeni de değil

“Kimin eteğini öptünüz de ağzınız lezzet buldu?

Kimin ayağına kapandınız da başınız göğe erdi? Dudaklarınız tuzlu tuzlu çuhalara yapıştıkça şeker mi peyda oluyor?

Yüzünüz terli terli sahtiyanlara (kunduralara) dokundukça burnunuza mis kokusu mu geliyor?...”

 Namık Kemal

Ne düşünüyorsunuz? Sizce dış dünyada nasıl anılıyoruz? Daha da önemlisi tamamen içe mi kapandık? Dünyadan koptuk mu?

22 Haziran 2024 Cumartesi

ÇALINAN YILLARIM

 

Aşağıdaki satırlar hayatımın 2013-14 dönemi ile başlayıp ABD de genius veya Einstein vize diye bilinen EB1-A vizesi ile green card alıp ABD ye yerleştiğim süre içinde kalan zaman diliminin anlatılabilir kısmını ve anlatabildiğim kadarı ile yazıya dökmek için yazdığım satırlar.

Küllerinden Doğan Türkiye

"Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”

 Ahmet Hamdi Tanpınar.

 

Son 100 yılda yüzbinlerce belki milyonlarca insanın başına gelenleri aşağıdaki birkaç ünlü isim ile özetlemeye çalıştım.

 

 Zülfü Livaneli - Müzikal sanatçı, yazar ve siyasi aktivist, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etti. 1984'te vatandaşlığı geri alındı.

 

Cem Karaca - Ünlü rock müzik sanatçısı ve söz yazarı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle ülkesini terk etti ve daha sonra vatandaşlığı geri alındı.

 

Selda Bağcan - Ünlü folk müzik sanatçısı, 1980'lerde siyasi baskılar nedeniyle hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

 

Ahmet Kaya - Ünlü Türk pop müzik sanatçısı, 1990'larda siyasi ifadeleri nedeniyle baskı altında kaldı ve 2000'de Fransa'ya göç etti.

 

Aziz Nesin - Edebiyatçı ve gazeteci, 1940'larda basın tarihçesi olarak yayınlanan bir makalesi nedeniyle bir süre hapse atıldı ve daha sonra vatandaşlığından men edildi.

 

Nazım Hikmet - Ünlü şair, birçok kez hapse atıldı ve sonunda 1950'lerde Sovyetler Birliği'ne sığınarak Türkiye'yi terk etti.

 

İlhan Selçuk - Gazeteci ve yazar, 1980'lerde bir dönem vatandaşlığından men edildi ve daha sonra ülkesini bir süreliğine terk etti.

 

Orhan Pamuk - Nobel ödüllü yazar, 2005 yılında Türkiye'deki Türklerin ve Ermenilerin soykırımından bahsettiği için hakaret davasına karşı kesinlikle kendini savundu, bu durum bazıları tarafından ülkeyi terk etmeye zorlanmış olarak görüldü.

 

 

Fikret Kızılok - Ünlü rock müzik sanatçısı, 1971'de hapse atıldı ve daha sonra ülkesini terk etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

 

Can Dündar - Gazeteci ve yazar, 2016 yılında Cumhuriyet gazetesi'nin editörü olarak hapis cezası aldı ve daha sonra ülkesini terk etti.

 

Ferhat Tunç: Sanatçı ve aktivist Ferhat Tunç, ifade özgürlüğü ve Kürt sorunu konusundaki görüşleri nedeniyle birçok kez yargılandı ve 2018 yılında Almanya'ya gitmek zorunda kaldı. Tunç, Türkiye'ye dönme özlemiyle Almanya'da yaşamaya devam ediyor.

 

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan: 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından idam edilen bu üç siyasetçi, darbeyle görevden alınıp yargılandıktan sonra infaz edildiler ve dolaylı olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

 

Yılmaz Güney: Ünlü aktör ve yönetmen, siyasi faaliyetleri ve filmlerindeki politik mesajlar nedeniyle defalarca tutuklandı. 1981'de cezaevinden kaçarak Fransa'ya sığındı ve burada hayatını kaybetti.

 

Hasan Cemal: Gazeteci ve yazar, Kürt sorunu ve diğer siyasi konular üzerine yazıları nedeniyle sürekli yargılandı ve baskı gördü. Bir dönem yurt dışında yaşamak zorunda kaldı.

 Melike Demirağ:

Şanar Yurdatapan:

 

Bütün bunlar olurken toplumun büyük kısmı ister bunu yapanların yanında olarak isterse de susarak onayladı ve destek verdi.

 Zülfü Livaneli: Türkiye vefasız bir sevgiliye benzer, sana hep ihanet eder ama sen onu sevmeye devam edersin. Dünyanın en zor ülkelerinden birisi. Ama bir yandan da bir inanç var, bir beraberlik duygusu; biz bu ülkeden kopamıyoruz, ayrılamıyoruz



15 Nisan 2024 Pazartesi

2024 ve Hala Türkiye'de Eleştiri Kültürünün Linç Yemesi

 Türkler olarak eleştireni sevmeyiz. Hep goygoylamak lazım, hele hele artık kemikleşmiş, genel kabul görmüş şeyleri veya güçlüyü yanlış bile olsa eleştirmeni en fakir, en güçsüz bile istemez.

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında diyor ki:
Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir.
Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız.
Alparslan Kuytul "Tweet bile atmaya korkan toplumun özgürlük nesine" diye sormuştu
Türklerde ciddi eleştirmek bedel ödetir. İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy'a çok sert eleştiriyorsun, neyine güveniyorsun diye sorduklarında verdiği ibretlik cevap:
Soğan ekmek yemeye razıyım
Eğer gördüğünüz yanlışları eleştirir, hele hele ranta, güce karşı bu eleştirileri yaparsanız
"Hoca biliyoruz en iyi çözüm, ürün, yazılım senin ama düşün bakalım niye seninle çalışmıyoruz" benzeri cevap ve konuşmaları duymakla geçer ömrünüz.
Türkler olarak çok uzun zamandır rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, torpil, işi ehli yerine kendi adamına verme üzerine kurulu bir sistem ile yaşıyoruz. Çetin Altan Türk halkı için
"Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor”
Dünya yolsuzluk endeksinde 180 ülke arasında 115. sıradayız.
Prof. Dr. Acar Baltaş'ın tespitleri:
Türkler çocukları, torunları, ülkesi, milleti için toplumu geliştirmek istemez. Bozuk düzenden rantını almak ister. Türkiye’de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikâyet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır
Dürüstleri kesinlikle cezalandırırız. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'na "Dürüstlük başa bela imiş" dedirten bir toplumuz.
Hitlerden kaçıp Türkiye'ye sığınan ve 16 yıl aramızda yaşadıktan sonra Almanya'ya dönerken Prof. Fritz Neumark'in yaptığı tespit:
Negatif Seleksiyon. Türkler İyiyi cezalandır, kötüyü ödüllendir.
Son asrın çok büyük mütefekkirlerinden olan Nurettin Topçu:
Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür
Bir kötülük gördüğümüzde eğer kötülüğü yapan güçlü, zengin, patron, aileden, bizim mahalleden ise en iyisi bilgisizlik sözleşmesine dahil olur. bilgisizlik sözleşmesi en basitinden kötüyü görmezden gel böylece kötü alsın yürüsün demektir.
İslamiyet bir kötüyü gördüğünüzden onu elinizle veya dilinizle düzletmeyi emrederken bilgisizlik sözleşmesi hemen çalışıverir.
İyilik yanınızda kötülük yapılamamasıdır, yoksa nasıl olsa ben yapmıyorum deyip görmezden gelme, susma, bilgisizlik sözleşmesine dahil olma ve nasıl olsa ben yapmıyorum diyerek vicdanı susturmak değildir.
En çok eleştirdiğini düşünenin ya öğrenilmiş çaresizliği vardır veya bilerek muktedir gücün kılcal damarlarına veya cıs dediği şeylere dokunmadan eleştirir, on konularda uzak durur. Bunu ya bilerek yapar veya Türkiye'de yaşamanın öğrettiği refleks ile yapar.
Mesela bu konuda en önce hukuk ve adaleti savunması beklenen avukatlar içerisinde en popüler olan, en çok takip edilen, en çok televizyonlara çıkan, en çok para kazananlara bakın ülkemizin aynı konudan veya davadan Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, AİHM, Amerikan Adalet Bakanlığı, Lahey, Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksinde 1,2,3 sırda olan Finlandiya, Danimarka, Norveç mahkemelerinin defalarca ülkemiz aleyhine aldığı kararların yanından bile geçemiyorlar, görmezden geliyorlar ve keyiflerine bakıyorlar. Ülkemizde uluslararası hukuku savunması en çok beklenenlerin tavrı buysa varın siz diğerlerini düşünün. Prof. Dr. Acar Baltaş'ın dediği gibi çok kazanan, çok bilinen, çok popüler, çok itibarlı çok güçlü neredeyse herkes bu çarka dahil olmama peşinde yani kendini kurtarayım derken çarkı daha da kuvvetlendirip toplumu daha da derin karanlıklara itiyor. Öteki türlü İstiklal marşa şairinin başına gelen geliyor ve bu faturayı anca Mehmet Akif olan ödeyebiliyor
sistemden çıkan, kendini kurtaran aman ne halleri varsa görsünler, hak ettiler , zaten çoğunluk mutlu diyerek geride kalanı düşünmez veya gücü nispetinde 5-10-50-100 kişiye yardım ederek, gücüm bu kadardı bu kadarını yaptım diyerek vicdanını rahatlatır.
Bütün bunları yazmakla ben de eleştirmiş oldum ve farkındayım ki yukarıdaki faturalar bana da çıkacak ama 10 yıldır bu iş buraya gidecek deyip durdum. Prof. Dr Mahfi Eğilmez'in ağzından geldiğimiz nokta "Diyanetinden futboluna, siyasetinden bürokrasisine, eğitiminden denetimine, yargısına kadar her alanda lime lime dökülen bir yapı var karşımızda."
Fatura çıkacak ama susup olanlara ortak olmamak, Allah huzurunda diyecek bir şeylerimin olması, çocuklarım ve torunlarım için konuşmayı sürdürüyorum.
Aklıma gelen ve 2019 da yazdığım bir yazı
Stefan Zweig'ın dediği gibi "ben söylediklerimden sorumluyum sizin anladıklarınızdan değil."
Nurettin Topçu: “Felsefesi Olmayan Milletin Mektebi Olamaz”

8 Nisan 2024 Pazartesi

Yatırımcı Olmak ve Her Horoz Kendi Çöplüğünde Öter

 ABD ye geleli 5 ay oldu ve daha önceden hiç irtibatta olmadığın tanımadığım yatırımcı şirketten 6 tane yatırım teklifi aldım. İstediğim yatırım miktarını almak için görüşmelere başladığımda hepsi şirketimizin Türkiye'deki cirosunu sordu ve böylece "Her Horoz Kendi Çöplüğünde Öter" atasözünün önemini anladım.  Bundan dolayı da bir toplumun gelecek vaat eden insanları, projeleri, şirketleri desteklemesinin toplumun geleceği, çocukları ve torunları için ne kadar önemli olduğunu, bunun yerine rüşvet, yolsuzluk, torpil ve buna benzer bilumum ahlak dışı yöntemlerle insan, ürün, şirket seçilmesinin toplumun geleceğini çalmak olduğunu anladım. Eğer toplum doğru, gelecek vaat eden ve hak eden insan, proje veya şirketleri seçip desteklemez ve büyütmez ise o şirketlerin uluslararası büyüme şansını daha en başta bitirmiş oluyor.  Toplum kişi, şirket veya projeleri rüşvet, yolsuzluk, torpil ve buna benzer bilumum ahlak dışı yöntemlerle seçerse bu seçilen kişi, şirket veya projelerin uluslararası büyüme şansı olmadığı için topluma da katma değer, döviz, para, teknoloji sağlayamıyor.

6 Nisan 2024 Cumartesi

Son 10 yılda en çok paylaştığı sözler

Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır.
Prof. Dr. Acar Baltaş

Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:
“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye cevaplamıştı. 

Prof. Dr. Arman Kırım "Mor İneğin Akıllısı" kitabında diyor ki:


Ben ne zaman konferanslarımda belli tehlikelere işaret etsem, moral bozmak ile itham edilmişimdir. Bu deneyimlerim sonunda şunu öğrendim: eğer bu ülkede insanları etkileyen bir konuşmacı olmak istiyorsanız, zinhar gerçeklere değinmeyeceksiniz; sadece ve sadece onların duymak istedikleri güzel şeyleri söyleyeceksiniz, stratejilerini doğrulayacaksınız, ne kadar akıllı işler yapmakta olduklarını onaylayacaksınız.


Aşağıda da rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendi video kaydı var. Diyor ki “Dürüstlük başa bela imiş” devam ediyor “Geçen birisi bana diyor ki: Başkanım geçen bir yerde konuşuluyordu. Herkes dedi ki Muhsin Yazıcıoğlu güzel, Muhsin Yazıcıoğlu şöyle, böyle anlatıldı. Sonuçta?(Muhsin Yazıcıoğlu soruyor) Sonuçta dediler ki: O iktidar olamaz? Niye? Fazla dürüst dediler”
Aşağıdaki Videoda Muhsin Yazıcıoğlu devam ediyor

“Gittiğim yerde böyle bir şeyle karşılaşıyorum, Antalya’ya gittim orada da karşılaştım. Mecliste Elazığlı bir vatandaşımız bana geldi sarıldı. Dedi ki, başkanım, sayın milletvekilim sizi çok seviyorum, benim eşim de sizi çok seviyor, biz beraber her gün akşam sana dua ediyoruz, televizyonda sen görülünce hemen bağırır benim eşim “koş koş seninki çıktı” der, ben de koşarım, seni dinlerim sonra da sana dua ederim dedi. Sağ olun, çok teşekkür ederim dedim. Yenge hanıma da selam söyle dedim. Yalnız dedi , sayın milletvekilim biraz güçlendir de sana oy verek ya dedi. Dedim ki neee oy vermedin mi sen? Ne yalan söyleyeyim vermedim dedi. Ee dedim kardeşim akşam sabah bana dua ediyorsun, senin hanım koş koş seninki çıktı diyor, madem ben seninim, kendinin olana neden sahip çıkmıyorsun? Dedi ki ne yalan söyleyeyim az yükselsin düşünürüm. Az yükselsen sadece biz değil, herkes verecek oluk gibi akacak dedi. Çevreme bakıyorum herkes böyle diyor, bir güçlense diyor. Peki dedim sana bir soru tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan? Bi düşündü çok zor bir soru dedi bu. Dedim ki biri olmadan diğer olmuyor değil mi? Sen oy verecen ben güçleneceğim, seni Türkiye’de adam yerine koyacaklar”



26 Mart 2024 Salı

Ülkemizde Hukuk, Adalet , Yolsuzluk ve Rüşvete Bakışı Özetleyen İki Söz

 "Türkiye'de rüşvetin yaygın olduğu bilinir ve herkes bundan şikayetçidir. Ancak şikayet edenlerin büyük çoğunluğunun esas rahatsızlığı, kendilerinin de bu çarka dahil olmamasından kaynaklanır." 

Prof. Dr. Acar Baltaş


Çetin Altan 2015 yılının başlarında Çınar Oskay’ın “Halk neden çok büyük tepki göstermedi yolsuzluk iddialarına?” sorusuna:

“Yolsuzluğu piyango gibi görüyor. Bana da çıkabilir diyor… Yolsuzluğun bitmesini istemiyor, yolsuzluktan pay almak istiyor” diye cevaplamıştı.